Ömrüm

(1)

Mütemeddin memleketlerde küçük, büyük, eli kalem tutan ekseriyetle hâtırat-ı hayatını yazar, ahlâfa bırakır. Yine ekseriyetle kisve-yi tâbiyeye giren bu hâtıralar kadar tarih için kıymettar bir vesika olamaz. Tarihin en samimî, en hakikî bir menbaını onlar teşkil eyler. Hatta hâtıratın "mahremleri, bilhassa neşredilmemek için yazılmış olanlar" en müfidleri, en güzideleridir, çünkü her hakikatın tecellisine onlar daha ziyade hizmet edebilirler. Maziyi bihakkın bilmek, hal için de, istikbal için de manevî fakat mübrem ihtiyaç değil midir? O marifet ise esasen eslâfın, o mazide yaşamış olanların bıraktıkları böyle hakikî izlerle, eserler ile elde edilmez mi?

Şarkımızın garbe karşı en büyük nâkiselerinden biri mazisine kemalile agâh olmadığımız için halini hakkıyla idrak etmemesi, istikbalini hiç mi hiç keşfedememesidir. Tarihimiz bir meçhuliyet, bir müphemiyet ummanıdır. Siyasiyatımız, edebiyatımız asırlardan beri ne idi? Etrafiyle, an'anatiyle bilebilir miyiz? Rical-ı hükümetimizden, üdebamızdan, şüeramızdan herhangisinin olursa olsun, kemmiyattan maada esrar-ı hayatından neye vakıfız? Hemen hemen hiç! Naima gibi bir iki vakanüvisimiz yetişmeseydi, hiç, ender hiç olacaktı. Fakat o Naima’larımız da ne derece nakıstır. Meselâ Fuzulî, Bakî, Nef’î, Nabî, Nedim diye edebiyatımızın şiirimizin en muhteşem erkânını bihakkın göklere çıkarıyor, birer deha-yı edebî addediyor, duruyoruz. Hakikat da öyledir, çünkü o lücceler tabiatın hangi ikliminden fışkırsaydılar böyle telakki olunurdu. Fakat akvam-ı fazılanın yaptıkları gibi bu dehat-ı edebîmizin hususî, hatta umumî hayatlarını tetkik, tamik eyleyebilir, muhitlerindeki mevki-i içtimaiyelerini, tesir-i fikrîlerini cidden anlayabilir miyiz? Hayır, çünkü bu noktaları keşfedebilmek için elimizde hiçbir vesika yok. Fuzulî’nin Bağdat mülhakatından Hale’de doğduğundan, divan-ı marufunu, Leylâ ve Mecnun’unu, Hadîkatü’s-suadâ’sını, Şikâyetnâme’sini, Beng ve Bade’sini yazdıktan sonra öldüğünden başka belli başlı bir terceme-yi haline vakıf değiliz. Nef’î için daha ziyade öyledir. Ziya Paşa’nın

Bayram gibi bir har-ı zemane
Kıydı o yegâne-i cihana

Diye muahaze eylediği bir sadr-ı gaddarın emriyle boynu vurulmamış olsaydı bu şair-i ateşzebanımızın ne zaman, ne suretle öldüğünü belki bilemezdik. Zavallı Nedim için böyle değil mi? Filhakika Ebuzziya merhum İbrahim Paşa devrinin bu bülbül-ü şeydasına tuhaf bir hatime-yi hayat çektiriyor, ama neye, hangi vesikaya istinaden hiç göstermiyor.


Hulâsa bütün bu âzam hayatta iken hâtıralarını yazmış olsa idiler hatta onlara az çok takarrub edenler öyle yapsa idiler ahlâfa ne büyük hizmet etmiş olurlardı. Bugün gerek onları, gerek onların yaşadıkları devirleri bin kere daha ziyade nur içinde, hakikat içinde görmez mi idik? O sayede ise vaktiyle ne idik, şimdi neyiz, daha sonra ne olabiliriz, böyle yarım yanlış değil, sıhhat ve selametle keşfederdik de heyet-i içtimaiyemize başka bir metanet, milletimize, milliyetimize başka bir hayat, âtimize başka bir revnak verebilirdik. İşte bu mülahazalardır ki içimizden, hatta içtimaen mevkileri pek yüksek olmayanların bile hâtıralarını yazarak ahlâfa bırakmaları memleketlerine ne büyük bir hizmettir, gösterir.

İptida-yı şebabımdan, sabavetimden beri gerdiş-i eyyam mı, kader mi demeli, tesadüf mü demeli, her neyse işte o, hayatımı birçok şad, hazin fakat hep ibretengiz vak’alara cilvegâh kıldı. Öyle diyebilirim ki edebiyattan siyasiyata benim kadar memleketimizde hadisat-ı rüzgârın garibelerini yakından görmüş, başından geçirmiş olanlarımız pek azdır.

Küçük yaşımda bu sahne-yi hayata atıldım. Otuz otuzbeş seneden beri vatanımın her türlü cidal-ı fikrîsine halimce karıştım, bahusus karışanları tanıdım, ölçtüm, anladım. Düşündüm ki bütün bu gördüklerimi safvet ve samimiyetle yazarsam vatandaşlarıma, hususiyle gençlerimize bir hizmet etmiş, ahlâfa da naçiz olduğu kadar işe yarar bir yadigâr bırakmış olurum. Onlar bu sayede devrimizi, muassırlarımızı idrak için, bizzat bizim eslafımızı, edvar-ı salifemizi anlamakta çektiğimiz müşkülata uğramazlar. Devrimiz ki tarihen büyük bir kıymeti haiz olsa gerektir. Çünkü oldukça bir teheyyüç içinde geçti, edebiyatımızda, siyasiyatımızda inkilâblara bâdi oldu. Tarihimizin bu safhalarını böyle en mestur köşelerine varıncaya kadar bir şahid-i sadıktan dinlemek her mütefekkirin hoşuna gider, endişesine yardım eyler. İşte bütün bu mütalealardır ki “Ömrüm” unvan-ı umumîsi altında bu hâtırat-ı hayatımı neşretmeğe beni sevkeyledi.


Garip bir tecellidir: öteden beri vatandaşlarımdan, hatta külliyetle beni yakından tanımayanlardan haklı ve haksız, bence ekseriya haksız bana kin bağlayanlar, aleyhime yazanlar çizenler çok oldu. Faka benim elhamd kimseye kinim yoktur, fıtratımın en mes’ud ciheti de bu hasletimdir. Bu kadar cidal içinde, felekin bu derece kerem ve serdine göğüs gererken saçım bile vaktinden sonra da ağarmadı ise manevî inşirahdandır.

Muarrızlarıma mukabelelerim, hatta muhacemelerim hiçbir zaman şahsa değildi fakat fikre, mesleğe, çünkü indimde eşhasın, bittabi şahsımın da hiç hükmü, ehemmiyeti olamaz. İyi, fena onlar geçerler, hepimiz geçer, gideriz:

Bir kaidedir bu cavidane
Elbette gider gelen cihane

Dedikleri gibi ateş olsak cermimiz kadar yer yakarız. Fakat bir mülke, bir millete her fenalık fena fikirlerden, fena mesleklerden gelir. Onlar daha ziyade payidardırlar, daha çok icra-yı tesir ederler.

Böyle olduğu için bu hatıralarımı naklederken emin olunmalıdır, bir zaman o kanıma susamış gibi görünen muhasımlarımdan bile rıfk ile, sıdk ile bahsedeceğim. Siyasî, edebî bütün o kavgalarımızı ihtirastan âzade olarak bir seyirci gibi arzeyleyeceğim. Söyledim, maksadım, şahsiyatın pek fevkindedir. Bir emelim, belki de bir tul-i emelim varsa o da hayatımda onları göremedikleri, ya görmek istemedikleri bir nühbeyi ahlâfa, tarihe göstermek, bu mülk, bu millet için düşündüklerimizin de onların yaptıklarına nisbet olunca büsbütün başka, daha insancasına, temeddün ve tealiye mugayır değil, muvafık olduğunu teslim ettirmektir. Bir zaman evvel

Buldu şebap hatime, oldu gubar hep
Aşk ve emel, hevâ ve heves, hayret ve hayal

dedimdi. Şimdi de sin-i kemâle de veda ediyoruz, demektir. Bir ömrün daha ziyade cevr-ü cidale tahammülü olamaz. Öyle ihtiras ile uğraşmayı bir tarafa bırakarak daha ziyade sükûnet-i fikir ve kalp ile nasibe-yi hestîyi ikmal eylemek zamanı da gelir. Bugün değil yarın, ve öbür gün dost, düşman hepimiz birer avuç toprak olacağız, bir zemine gireceğiz, bir havaya karışacağız değil mi? Arabın dediği gibi:

Kunna ilâllahi badina ve hadirina
Fe-mâ lenâ fi nevahi izzihi hatari


Yalnız hem memur, hem melhuzdur ki ahlâf, tarih, insaniyet asarımızı, ef’alımızı nazar-ı muhakemeden geçirerek haşre kadar kimimizi rahmetle, kimimizi mazallah lanetle yad edebilir. Şimdi biperva söyleyebiliriz: Madamülhayat bütün endişelerimiz bu ikinci güruhtan uzaklaşmak, birinci zümreye yaklaşmak içindi. Her acıya, her mahrumiyete o ümid ile katlandık. Adl-ı ezelîden emin olduğumuz için bu defter-i âmal-ı hayatımızı bir hüccet gibi göstererek o yüce maksada ereceğimizden mutmainiz.

“Ömrüm”ün iptidaları PEYAM’da vaktile neşrolunmuştu. Bu neşrolunan parçaları ahiren tavzih ve ikmal ettiğimiz için yeniden bastırmaya mecbur oluyoruz. Bu sayede yeni karilerimiz de eseri evvelinden mütalea etmiş olurlar. Eskileri ise aynı serencamı iki def’a dinlemek istemezlerse evvelce bıraktıkları yerden okumaya başlayabilirler.

(2)

Kırk elli sene evvel İstanbul başka İstanbul idi. Belki daha az mütemeddin, daha az müterakki idi, lâkin Türkler için daha asude, daha müreffeh, daha mes’ut, hatta daha muhteşem idi. Meselâ Boğaziçi’nde büyük, latif, müdebdeb yalılar vardı. Onlar şimdi ekseriyetle harap oldu, fakat yine ekseriyetle yeniden yapılmadı. Süleymaniye gibi bazı mahallelerde şahane konaklar, sarayları andırır konaklar görünüyordu. Onlar da birer birer yıkıldı, yandı, kısmen de ufak tefek hanelere münkalib oldu. Camilerimizin nuru, şevki daha ziyade idi. Sokaklarımız tenha, lâkin munisti, en çok bizimle, Türklerle dolardı. Esnafımız, tüccarımız, her türlü efradımız, müslüman olsun, hıristiyan olsun ekseriyetle Türk, Osmanlı idiler, insana o neş’eyi verirlerdi.

Bilfarz Asmaaltı’nda bugün bile bakiye-yi perişanını gördüğümüz Balkapanı’na girildiği vakit havalide dağ gibi sırık hamalları, mağazalarda muntantan, mükellef, Türk tüccarı bulunurdu. Bu mağazaların büyüklerinden birinde o devrin maruf tüccarlarından bir Hacı Ahmet Efendi vardı ki elli altmış yaşında bir zat idi. Mumcular kâhyası idi. Balmumcu, İkidivitli lâkabiyle maruf idi.

Bu Hacı Ahmet Efendi aslen Kengiri’den, Karapazar nahiyesinden, Kalfat köyünden idi. Pek genç iken rızkını aramak üzere İstanbul’a gelmiş, çalışmış, çabalamış, yirmi otuz sene zarfında alnının teriyle haline, menşeine göre fevkalâde bir mevki ihraz etmişti.


Yedikule’de, Galata’da mumhaneler sahibi olmuş, Süleymaniye’de büyük bir konak, Arnavutköy’ünde müteaddid yalılar yaptırmış, şimdi Tünel’e girilen yerde arsalar almış, Balkapanı’nda ise bir iki mağaza, mühimce bir ticaretgâh edinmişti.

O zaman henüz gazyağı dediğimiz “petrol” madeni memleketimize girmemişti. Ekseriyetle ahalimiz mum, hatta yağ mumu yakarlardı. Hacı Ahmet Efendi bu ticareti hemen hemen taht-ı inhisarına almıştı. Bilhassa camilerimizin mumlarını veren o idi.

Bu adam bir faaliyeti mücesseme idi. Her gün güneş doğmadan evvel uykudan kalkardı. Kış yaz soğuk su dökünür, yıkanır, abdestini alır, Süleymaniye Camii’nde cemaatle namazını eda ederdi. Rivayetine göre o mahallede ikamet ettiği müddetçe yirmi otuz sene mütemadiyen böyle yapmıştı. Pek, pek nadir o vazife-yi dinîyeyi öylecek ifa edebilmekten geri kalmıştı, o derece metin bir sıhhata mâlikti. Camiden çıktıktan sonra konağa döner, çocuklarıyla kuşluk taamını eder, en saf tereyağları, peynirler, hep öyle hileden azade yemekler yer, doğruca mağazasına giderdi, tâ akşama kadar orada çalışır, o gûnagûn işlerini tesviye ederdi.

Akşam üstü evine dönerek yemeğini yedikten sonra geceyi komşularıyla geçirirdi. Bu komşular Sultan Mecid’in başmabeyncilerinden İzzet Bey, Ferik Tahir Paşa, Salih Zeki Paşa, Uncu Ali Efendi, Feyzi Paşa vesaire idiler. Bu muhitte Hacı Ahmet Efendi’nin mümtaz bir mevkii vardı, çünkü ticaretce vukufuna, servetine, zekâsına herkes itimad ederdi. Bütün o beyler, o paşalar alım satım hususunda ondan rey alırlardı, hatta muavenet görürlerdi.

Ahmet Efendi hakikaten ticaret-i beytiyede dahi harikulâde idi; odun, kömür, yağ, pirinç, soğan vesaire bütün levazımı en ucuz, en mükemmel bir surette zamaniyle almayı bilir ve alırdı. Bu hizmeti komşuları için de ifa ederdi. İnşaattan, her işten anlardı. Çünkü birçok binalar yaptırmıştı, büyük işler görmüştü. Hasılı yalnız mahallesinde değil, İstanbul’ca bile bir şöhret kazanmıştı. Mumcular kâhyası, İkidivitli Balmumcu Hacı Ahmet Efendi o zamana göre maruf bir adamdı. İlmiyle, irfaniyle değil - çünkü pek az okur-yazardı, âmalı erbaadan ziyade hesap bilmez, gazeteden başka mütaleaya çıkışmazdı - lâkin dirayetiyle, tecrübesiyle maruf idi.


Kengiri’den, Karapazar’dan İstanbul’da ne kadar ufak tefek esnaf varsa her işte ona müracaat ederlerdi. Hatta hacca, sılaya gidecekleri vakit, paralarını, emanetlerini ona bırakırlardı. Senetsiz, şahitsiz bırakırlardı, o derece emniyet ederlerdi. O da bu vediaları sahiplerinin isimlerini üzerine yazarak birer birer kasasına yerleştirirdi. Hatta onlardan birine emr-i Hak vaki olursa emanetleri veresiye behemehal isal eylerdi.

Hacı Efendi’nin esnaf ile alışverişi yine senetlere müstenit değil, söz üzerine idi. Mağazada medyunların, dayinlerin isimleri sıra ile gelişigüzel defterlere kaydolunurdu, o kayıtlara göre vakt-ı merhûnlarında tesviye edilirdi. Bu hayat böyle sade, fakat muntazam devam eyliyordu. Sefahattan, zevkten, her türlü eğlenceden azâde idi. Yalnız Cuma, bazen de Pazar günleri Efendi mağazaya gitmezdi. Çocuklarını giydirir, kuşatır, yanına alır, sırasına göre ya Arnavutköyü’ne, ya Yedikule’ye, ya başka bir yere götürürdü. Aynı zamanda o havalideki emlâkine müteallik işleri de faslederdi. Senede bir iki kere ise ilkbaharda kayıklar tutarak, yemekler yaptırarak bütün çoluk çocuğu ile beraber Kağıthane’ye, ya Göksu sefasına giderlerdi. Sabahları mağazasına giderken çocukları en küçükten en büyüğe kadar selamlık merdiveninin başına dizilirler, safvet ve hürmetle elini öptükten sonra hep bir ağızdan yüksek sesle “Allah işini rast getirsin” diye babalarına dua ederlerdi. Ahmet Efendi ailesini severdi, memleketini severdi, lâkin dinini en ziyade severdi. Feraiz-i dinîyeden asla geri kalmazdı. Hâcülharemeyn idi. Hayatında bir müşküle uğradı mı ancak Allah’tan istiane eylerdi. İlmen o sadeliği ile beraber Ayat-ı Kuraniye’den çoğunu bilirdi, ekseriye mevkiinde vird-i zeban ederdi, çünkü her sene Ramazanda muntazaman Hatm-ı Kuran eylerdi. Dinine o derece kalpten merbut idi, öyle hürmet ederdi ki edyan-ı saire eshabını fena değilse aşağı bir nazarla görür. Mamafih onlarla hususî ve umumî münasebetlerde bulunur, bir hıristiyana çorbacı, bir museviye bezirgan diye hitap ederdi, o cemaatları müslümanlardan mutlak ayırırdı. Bu gayret-i dinîye saikasiyle Padişaha da pek sadık, hürmetkâr idi. Bazen çocuklariyle beraber Cuma günleri Selamlığa gider, Sultan Abdül Aziz Hanı uzaktan uzağa görür, lâkin bu temaşadan derunî bir inşirah duyar. O gün bir ayıd-ı ekber imiş gibi sevinirdi. Bir kere sofrada çocuklardan birinin Padişah için ihtiramsızca bir eda ile “Hünkâr” dediğini işitince fena kızmış, çocuğu şiddetle azarlamıştı. O zamandan beri o ailede küçük büyük herkes nam-ı şahaneyi bir lisan-ı ihtiram ile âdeta korkaraktan ağıza alırdı.


Hacı Ahmed Efendi’nin Saltanata bu hürmeti ve muhabbeti saf, samimî idi. Çünkü Hükümetle resmî hiçbir irtibatı yoktu. Camilere verdiği mumlardan dolayı Evkaftan matlubatını ise alamıyor, o alışverişinde zarar görüyordu. Hele nazırları, hatta küçük büyük bütün memurları çok sevmiyordu. O kadar ki Sultan Abdülaziz’in hal’inden cidden müteessir olmuştu, Mithat Paşa’dan itibaren bütün vükelaya inkisar etmişti.

O esnalarda bir Cuma sabahı idi. Hacı Ahmed Efendi, salât-ı sabahı eda ettiksen sonra konağın üst katında büyük bir pencerenin önüne oturmuştu, pîrâne, fakat pek müheyyiç, pek rakik bir sesle o zaman dillerde altan alta deveran eden şu şarkıyı Çırağan Sarayına doğru meyusane, mütehassırane bakaraktan teganiye koyulmuştu:

Beni Tahttan indirdiler
Beşçifteye bindirdiler
Topkapıya gönderdiler

Uyan, Sultan Aziz, uyan
Bütün kan ağlıyor cihan

Sonra da hüngür hüngür ağlamıştır. Bu manzara o aile halkına pek tesir etmişti. Bu şarkı böyle yanık bestesiyle, o sade, acıklı güftesiyle çocukların madamelhayat ruhuna girmişti, işlemişti.

Balmumcu Ahmet Efendi, siyasette bu derece hissiyatına tabiydi, böyle sade düşünürdü. Hükümetçe, İdarece her türlü fenalıkları daima vükelaya atfeylerdi, Padişahı mutlak masum addederdi. Bazen umur-u devlette seyyiata kani olsa, yalnız: “Etraftakilerin, baştakilerin gözü kör olsun” der, yine Zat-ı Şahaneyi her muahezenin fevkinde, her mesuliyetten beri tutardı. Böyle olmakla beraber siyasetle hiç meşgul olmazdı. Zaten işinden, gücünden böyle bir meşguliyete vakit bulmazdı. Geceleri içtimalarda komşuların o yolda mübaheselerini yarım kulakla dinlerdi. Herhalde hürriyete, kanun-u esasîye dair o yeni fikirleri hiç beğenmezdi. Ahiren icat eylediğimiz bir tabir-i maruf ile hakikî bir mürteci idi, fakat mülkünün, milletinin ne derece hadimi, ne kadar saf, samimî bir Osmanlı idi. Bir Osmanlı ki devlet için yıkılmaz bir temel teşkil eden o mümtaz efrattan, o pulat kadar kavi ahalidendi. İşte bu Hacı Ahmet Efendi benim babamdı.


(3)

Bilmem kaç yaşında idim, herhalde henüz pek çocuk idim. Beni bir sabah güzelce giydirdiler, hatta fesime bir elmas iğne bile taktılar. Mavi kadifeden esvap, kırmızı fes, böylece süslendik. Kardeşimin oğluyla beraber bir faytona bindik. Arkamızda bir alay çocuklar, etrafımızda efendiler, hocalar, elde değnek kalfalar yola çıktık, tâ Deveoğlu yokuşundan itibaren birçok yerleri dolaşaraktan yine mahallemizdeki bir mektebe geldik, kemal-i debdebe ile okumaya başladık. Yolda böyle alayla sokakları dolaşırken çocuklardan bir kısmı ufak bir halka teşkil ederek hem arabamızın arkasından yürüyorlardı, hem de bağıra bağıra “ilahi” söylüyorlardı:

Ya ilâhi zat-ı pakın hürmetine elaman
Kulların kapına geldi çağrışırlar, Rabbena

Diyorlardı. Onlardan sonra ikişer, ikişer gelen birçok çocuklar ise böyle bir beytin hitamında “amin” diye bağırıyorlardı.

Sokaklarda gelenler, geçenler bu alayı meseretle seyrediyor, pek tabiî görüyor, pek hoş buluyorlardı.

Mahalle mektebimiz pek sade idi, büyükçe bir dershaneden ibaret idi. Bir tarafta Hoca Tahir Efendi, bir tarafta ise bir kalfa efendi önlerinde birer rahle yüksekçe bir yerde oturuyorlardı. Biz de arada yerlere serilmiş minderlerimize diz çökerdik. Önümüzde ufak tefek sıralar vardı. Talebe sıra ile bazen hoca efendinin, bazen kalfa efendinin önüne gelerek diz çökerlerdi, elifbeden ya “amme”, ya “tebareke” cüzlerinden balmumu ile işaret ettikleri dersleri okurlardı. Bazen dersini bilmeyen, ya başka bir kabahat işleyen çocuğu Hoca Tahir Efendi falakaya yatırırdı, temizce döverdi. Falaka orta yerine ip takılmış kalınca bir sopa idi. Çocuğun ayaklarını o ipe geçirirlerdi. Sopanın iki ucundan iki kişi tutarlardı. Hoca Efendi ince değnekle ayakların altına, topuklara vururdu. Bazen büyükler babayiğitlik göstermek için ağlamazlardı, ağlamayınca daha çok dayak yerlerdi, fakat küçükler yere yatar yatmaz bir yaygaradır koparırlardı. O zaman bütün talebe hep bir ağızdan bağıra bağıra Sure-yi Fatiha’yı okurlardı, o yaygaraları bastırırlardı.

Böyle bir falaka alayından sonra mektebi bir lahze sükûnet alırdı, çocuklar daha uslu otururlardı, yüksek sesle derslerini okurlardı.

Hocanın yanında uzun bir değnek vardı, bir değnek ki bazen yavaş yavaş kalkar, dersiyle meşgul olmayan çocuğun başına inerdi.

Bu mahalle mektebinde ne öğrendik? Hatırımda değil. İhtimaldir, bir, iki, üç senede ancak Kuran okuyabildik, bir nebze de sülüs yazabildik. Bu tahsil-i iptidaî’de bilfarz “amme” cüzünü bitirebilmek bir mesele-yi uzmâ idi. Bir gün hoca efendinin önünde diz çökerek dersini heceleye heceleye öğrenirken “fergap” diye ben Sure-yi Kuraniye’yi bitirir bitirmez arkamdan büyükçe bir çocuk geldi, fesimi kaptı, başıma cüz kesemi geçirdi. Hoca efendi gülümsedi, bütün arkadaşlarımı bir sevinçtir, aldı.


Bir kalfa yamağı elimden tuttu, beni o kıyafetle evime getirdiler. “Fargıb”a çıktığımı aileme o suret-i garibede tebşir ettiler. Hane halkını bir şetarettir aldı, annem, dadılarım yüzümden gözümden öptüler. Bir paraya bini aferinin oldu. Fakat niçin? Aylarca, belki senelerce mesaiden sonra teşehhüt mikdarı okumak öğrendiğim için mi? Heyhat! Bir iki sene böyle mahalle mektebinde sürüklendikten, bir nebze okumaya, yazmaya başladıktan sonra beni Kaptanpaşa mekteb-i rüştiyesine koydular. Bu mektep de garip idi, fakat öbür mahalle mektebine nisbeten pek müterakki idi. Bir büyük hocamız, bir ortanca hocamız, bir küçük hocamız vardı. Hatırımda kaldığına göre bu darültedrisde o kadar dayak patırdıları yoktu. Dershane büyük, pek büyüktü. Lâkin derslerimiz almak için hocaların odalarına sınıf sınıf gider, hoca efendinin etrafına, yerlere serilirdik, âdeta yatardık. Her birimizin altımızda minderlerimiz, önümüzde kitaplarımız, hokkalarımız, çantalarımız vardı. İktidarımıza, irfanımıza göre bir saf teşkil eylerdik. Safın başını o dersin birincisi ihraz eylerdi. Esna-yı dersde hocanın bir sualine bilfarz birinci cevap veremez de ikinci, üçüncü cevap verirse derhal o çocuk minderini, çantasını, pılısını, pırtısını toplardı, başa geçer, birinci olurdu. Bu rekabetler çok hoşumuza giderdi. Bir kere bilmem hangi dersde, bilmem neden yedincilikten ikinciye fırladımdım, o gün neş’eme payan yokdu. Dershaneye gelince o hadiseyi işiten ortanca ve küçük hocalar, hatta bütün talebe bana bir nazar-ı takdir ile baktırlar. Bu Kaptanpaşa rüştiyesinde şöyle böyle bir tehzip ediniyorduk. Ulum-u iptidaîye olsun az çok öğreniyordık. Ben devama başlayalı henüz birkaç ay bile olmadan muharebe münasebetiyle muhacirleri iskân edebilmek için bu mektep kapandı. Ondan sonra biz, hep çocuklar uzun müddet mektepsiz kaldık. Moskoflar Ayastefanos’a kadar geldiler, İstanbul perişan bir halde idi. Küçük, büyük bilhassa büyük her aile hanesine muhacirlerden bir familya almıştı, o familyayı hatta beslerdi. Biz de böyle yaptıkdı. Eski Zağra eşrafından bir zatı çoluk çocuğu ile beraber selamlığımızın bir kısmına yerleştirdikdi, besledikdi. O kadar ki o muhacirler bizimle kardeş gibi, akraba gibi oldular. Badelmusalaha memleketlerine döndükten sonra bile muhadenetlerini, münasebetlerini muhafaza eylediler.


Va esefa muharebe-yi ahirede muhacirlere karşı İstanbul halkı bu şefkatı, bu mürüvveti, bu samimiyeti gösteremedi. Niçin? Çünkü medeniyette ilerledik, çünkü ailece teşkilatımızı ihtiyacat-ı medeniyemize tevfik eyledik, çünkü artık başka türlü yaşamaya, başka türlü düşünmeye başladık. Öyle mi? Yoksa daha basit bir saika ile o din kardeşlerimize karşı bu bigânelikte bulunmadık mı?Doğrudan doğruya inkırazımız, bilhassa inkıraz-ı içtimaî ve iktisadîmiz bu hale bâdi olmadı mı? Moskoflarla müsalahayı müteakiben ortalık az, çok düzelince beni Gülhane Rüştiye-yi Askeriyesine kayd ettirdiler. İptidaları bu mektep Süleymaniye civarında idi. Sonra sarayiçine, şimdi hastahane ittihaz edilen binaya naklolundu. Ömrümün dört senesini bu garip dar-ül-talimde geçirdim. Öyle bir hayat ki her safhasiyle hatırımda aynen menkuştur. Bu mektep fena değildi, hocalar kısmen mükemmeldi, talebe halince tahsil-i irfan ile yorulurdu, fakat benim bu feyizgâhtan istifadem pek az oldu. Her sabah çantamı yüklenir tâ Süleymaniye’den Sarayiçine sallana sallana giderdim. Akşamları mahallenin diğer çocuklariyle beraber bu sefer oynaya oynaya, öteye beriye takıla takıla eve dönerdim. Birinci senede imlâ, kıraat ve saire az çok okudumdu, bir nühbe edindimdi. İkinci senede bu feyiz devam eyledi. Arabî muallimimiz Safranbolulu şişman bir hoca idi. Pederimi tanıdığı için bana daima dersimi sorardı. O sebepten Arapçaya bir derece ziyade çalışdımdı. İkide birde hoca efendinin emriyle sınıfta ayağa kalkar, “kal”nın ilalini yapardım: “kal aslından kavl idi, vav harf illeti müteharrik, makabli meftuh, vavı elife kablettik kal oldu” derdim. Arkadaşlarımın küllisi bir türlü böyle yapamazlardı, bu itilaa hayran olurlardı. Sırada yanı başımda Tevfik Paşazade Adil Bey oturuyordu ki o zaman Küçükpazar’da ikamet ederdi. Evlâd-ı ekâbirden olduğu için müdürün, hocaların mahmisi idi. Bir kere beni ona Arapça derslerini öğretmeye memur ettiler. Fakat Adil Bey bir türlü “nasır, nusra, nusreva”yı öğrenemez, hele “kal”nın ilalına akıl erdiremezdi. Bu zaruretle de âdeta nazar-ı merhameti celb ederdi. Dedikleri gibi: “Katre tahmin ettiğin dil marifet ummanıdır.”


İkinci seneden üçüncü seneye geçtik. Artık çalışmayı çok hafiflettim. Her türlü oyunlara pek daldımsa da mektebe yine devam ederdim, derslerime yine şöyle böyle bir göz gezdirirdim.

Arkadaşlarımın çoğu benden yaşlı idiler, fakat garip, garip-el tavır idiler. Tahsilden maada birçok emeller beslerlerdi, bazen tahsile büsbütün bigâne kalırlardı. Onlara baka baka, onlarla düşe kalka ben de öyle oldum. Araplar «ba ara birçu» derler. Biz üzüm üzüme bakaraktan kararır deriz. Mektep bir süsden ibaret idi. Biz hayala sığmaz havalara başladık.

Mektep hayatından, âleminden beni en ziyade soğutan o sert, o müz'iç dahiliye zabitleri, onların ve bazı hocalarımızın küfürleri, dayakları idi. Bir dahiliye zabitimiz Sedat Bey vardı. Bir gün dershaneye bir iki dakika geç girdiğim için beni bütün sınıfın ortasında çevirtti, alelusul elindeki değnekle dövdü. Dayağın acısından ziyade bu ağır muamele canımı yaktı, çünkü arkadaşlarıma karşı izzet-i nefsime dokundu. O geceyi pek fena, pek mahzun geçirdim. Ertesi gün düşüne düşüne, istemeyerekden mektebe gelirken Sarayiçi'ne varınca bakdım ki vakit geçmişti, yoklama olmuştu, yine sınıfa girince dayak yiyecekdim. Yolda iki arkadaşıma rast geldim, onlar da bu endişede idiler. Hepimiz birden düşündük, bu musibete bir çare aradık. Mektebe gitmemeye, Kumkapı'da, Çatladıkapı'da, ötede beride dolaşarak akşamı bulmaya karar verdik.

Mevsim müsait idi, bütün Sarayiçi çiçekler, yeşillikler içinde idi, o yerleri baştan başa gezdik, tâ Sarayburnu'na kadar gittik. Zaten bir parça yüzmek biliyorduk, denize girdik, güldük, eğlendik. Bu hayat, bu hayat-ı serseriyane çok hoşumuza gitti. Oh, işte yaşıyorduk! Bir parça nefes alıyorduk, istediğimiz gibi oturuyorduk, istediğimiz gibi kalkıyorduk. O canhıraş tazyikten azade idik.

Bir hafta kadar bu nimet-i serbestiyi tattıktan sonra yakayı ele vermemek için naçar mektebe birer gün fasıla ile döndük. Kimimiz boğazımıza mendil sardık, kimimiz kulaklarımıza pamuk tıkadık, hasılı birer hasta taklidi yaptık. Velilerimizden düzme tezkere getirdik, gaygubetimizi mazur göstererek yakayı kurtardık.

Gitgide böyle mektepten kaçarak hayatımızı oyunlarla, eğlencelerle vakit geçirmek usulünü pek mükemmel bir tarza soktuk.


Bazen beş, on kişi olurduk. Sarayiçi'ni tehlikeden hâli görmediğimiz için tâ Sahilboyu, Çatladıkapı, Kumkapı, Samatya, Yedikule der, gider, panayirlerde, ötede, beride gezerdik. Kâh Kâğıthane'de, kâh Fenerbahçesi'nde tenezzühe bile giderdik, oralarda esir almaca filan oynardık. Zaman zaman mektebe gelmeye mecbur oldukça tahsil hayatını pek müz'iç bulurduk, derslerimizi anlamazdık, hocalarımızdan hoşlanmazdık.

Bir farisî hocamız Abdi Efendi vardı. Ders sorardı, bilmeyince bize ceza verirdi, dahiliye zabitine vermek üzere isimlerimizi bir puslaya da yazardı. Lâkin düdük çalarak hoca dershaneden çıkacağı zaman derhal kapıya hücum eder, elinden zor ile o puslayı almayınca Abdi Efendi'yi dışarı bırakmazdık. Zavallı adamcağız fitraten halim idi, kâğıdı böyle cebren elinden aldıktan sonra «affettim» derdi, o haşarılıklarımızı zabitlere bile söylemezdi.

Arapca hocamızın lâkabı musannif idi. İlmi pek mahdud idi, bir türlü avamili bize okutamazdı, anlatamazdı. Kulaklarımız «elhamd hamd, cins-i hamd, öylesine hamd ki...» ile dolmuştu.

Dördüncü senede usul-ü defter ve riyaziyat hocamız genç şairimiz Tahsin Nahit Bey'in pederi Asaf Bey merhumdu's. Asaf Bey müstaid, muktedir bir hoca idi. Mecami-yi Fünun gibi o zamana göre mühimce eserler neşreylerdi. Fakat küfürbaz idi. Bir gün dersde nahak yere bana ne küfürler etmişdi, «Tüyü bozuk» diye söylemediğini bırakmamıştı. Çünkü arkadaşlarımın küllisi siyah saçlı idiler, ben sarı saçlı idim. Ne garip mantık!

Dayak küfür, küfür dayak bu mektebi de bu hocaları da gözümden düşürmüştü.

En ziyade kavaid-i osmaniye hocamız Esat Efendi hoşuma giderdi. O zat hepimize nezaketle muamele ederdi, fakat fazlını, liyakatını, cümlemize teslim ettirirdi. Ona bir nazar-ı hayret ve hürmetle bakardık, çünkü aramızda Esat Efendi'nin kemalatına dair garip garip rivayetler deveran ederdi. Zaten kuvve-yi muhayyilemiz böyle harikulâde icatlara vesile arıyordu. Bu Esat Efendi, Defter-i Hâkanî Nazırımız idi, ahiren vefat etti.

Arkadaşlarımızdan bir kısmı muntazaman mektebe devam ederlerdi, derslerinden hiç geri kalmazlardı, mükemmel çalışırlardı. Biz bilakis haylazlar alayı idik, dersi de, tahsili de bir iki sene mütemadiyen ipe sardık. Fakat öyle hükmederim ki neticede onlardan kârlı çıktık, çünkü o sin-i sabavette kafamızı öyle nakis, meşkûk, mağşuş bir irfan ile yarım yanlış dolduracağımıza bedel mükemmel bedeni bir idmana nail olduk.


Filhakika bir sene zarfında ancak altmış beş gün mektebe gittik. Lâkin senenin diğer günlerini yüzmek gibi, koşmak gibi en ciddi idmanlarla geçirdik. Saatlarca yürür, yine dinlenmezdik, koşar, yine yorulmazdık. Günde beş on kere denize girer, yine takattan düşmezdik. Sarayburnu açıklarında bile yüzmeye kadar vardıkdı. Uçurtma uçururduk, kuşlar tutardık. Mahalle mahalle kavgalara giderdik. Dünyayı hoş bulurduk. Kimseden korkmaz, yılmazdık. Şecaatla yaşamayı öğrendik. Arkadaşlarımı bilahare göremez oldum, pek bilemem. Fakat bu serseriyane hayatın bu yüzden bana çok yardımı oldu.

O kadar ki yine o Gülhane mektebi arkadaşlarımdan bazılariyle bilahare Mektebi Mülkiye'de buluştuğumuz zaman ilmen, irfanen aramızda hiçbir fark yoktu. Fakat maahaza o idman-ı bedenînin tesiriyle gerek fikren, gerek cismen bende daha ziyade zindelik vardı.

Gülhane rüştiyesinden son sınıfa kadar çıktım, fakat artık o sene mektebe hemen hemen ayak atmaz oldum. Bahar geldi, yaz yaklaştı. Her sabah Sarayburnu'na gider denize girerdik. Arkadaşlarımdan bazıları yüzmekte pek mahir idiler, suyun altında bile on, onbeş metro yüzerlerdi. O havaliden geçen karpuz kayıklarını böyle dalgıçcılık sayesinde diplerinden sarsarlardı, karpuzlar denize dökülürdü, kayık akıntıya tutulurdu. Sonra biz yüze yüze gider onları yağma ederdik. Zavallı karpuzcu kayığını akıntıya kaptırmamak için ne o karpuzu ne bizi takip etmezdi. Maamafih bir gün içimizden Kumkapılı Mehmet namında bir çocuğun kafasına bir karpuzcu kürekle fena halde vurdu. O zaman biz sahilden o kayığı şiddetle taşlamaya başladık. Kayık akıntıya tutuldu, alabildiğine gitti, kayıkçı yaralandı.

Nihayet iş mektebe aksetti. Birçok tahkikat neticesinde bu hadiselerin failleri biz olduğumuz tebeyyün etti. Aylardan beri mektepten kaçtığımız da meydana çıktı. Fakat biz mektebin semtine uğramadığımız için böyle olduğundan bihaber idik. Bir gün arkadaşlarımdan biri evimize geldi, ebeveynime mektep müdüriyetinden bir kâğıt getirdi. O kâğıtta bir sene zarfında ancak altmışbeş gün mektebe devam eylediğimiz, şöyle yaptığımız, böyle yaptığımız için kovulduğumuz yazılıyordu.

Bu felâket beni müteessir etti mi, etmedi mi? Pek hatırımda değil. Herhalde pederime çok tesir etmedi, fakat zavallı valdemi düşündürdü, hatta ağlattı. Babamın maksadı beni Balkapanı'na, yanına almakdı. Aldı, çünkü artık hesaptan amal-ı erbaeyi biliyordum, bir parça da okuyor, yazıyordum. Mağzada yarım yanlış kâtiplik etmek için bu malumat kâfi idi.


Sabahları seherden evvel kalkardık, babamla beraber Süleymaniye Camiine giderdik. Orada sabah namazını kılardık, namazdan sonra ders dinlerdik. Bu derslerin bir kısmı izhar, kâfiye şerhi, azi ve merah idi, hiç anlaşılmazdı. Fakat bir kısmı da Tuhfe-yi Vehbi, Gülistan, Baharistan" idi, yavaş yavaş hoşuma gitmeye başladı.

Hele o asude hayat içinde öyle alelsabah dinlerken hocanın sözleri zihnime suhuletle girerdi, hafızama yerleşirdi.

Bir gün böylece camiden çıktık, eve dönerken komşumuz Başmabeyinci İzzet Bey'e rast geldik. Kapının önüne çıkmış duruyordu, geleni ve geçeni seyrediyordu. Bizi durdurdu, cami derslerine dair bazı suallerden sonra beni Tuhfe-yi Vehbi'den, Gülistan'dan imtihan etti. Öteden beri haylazlığımı, mektepten kovulduğumu işittiği için mahfuzatıma mütehayyir oldu:

«Hacı Efendi, öyle söyledikleri gibi değil. Oğlun pek zeki. Baksana, bu yaşta bile Tuhfeyi, Gülistan'ı ne güzel hifzetmiş. Günahtır. Bu çocuğu mektebe gönder, Mekteb-i Mülkiye'ye yazdır.» dedi. Bu sözler pederimin hoşuna gitti, amma işine gelmedi, çünkü beni ticarete alıştırmak, mağzada alıkoymak istiyordu. Lakin İzzet Bey'in o ihtarı annemi heyecana düşürdü.

Hademe-yi hümayun zabitlerinden bir dayım vardı. Hafız Behram Ağa'nın kâtib-i hususîsi idi¹. Arasıra bize gelirdi. Bir gün bu macerayı dinledi. Annemin ısrariyle beni aldı, Behram Ağa'dan bir tavsiye ile Mektebi Mülkiye'ye götürdü, kayt ettirdi.

O tavsiye sayesinde Müdür Abdurrahman Bey" artık bana hangi rüştiyeden çıktığımı, ne olduğumu hiç sormadı.

(4)

Mekteb-i Mülkiye 20 o sene leyliye tahvil olunmuştu. Beni de leylî kaydettirdiler. O mektebe girdiğimden itibaren büsbütün başka bir insan oldum, âlemi başka bir nazarla görmeye, düşünmeye, fikren, ruhen yaşamaya başladım. Âleme muhabbetim arttı, artık uçurtmalara, kuşlara bedel eğlenceyi, zevki kitaplarda aramaya koyuldum.


Mektebi severdim. Haftada bir kere eve gelirdim, geldiğimin ertesi günü şevk ile mektebe döner, derslerime sarılırdım. Riyaziyatta, bazı ulumda arkadaşlarımdan bir parça geri idim, çünkü rüştiyeden müktesebatım az idi. Lâkin cami derslerinin kuvvetiyle farisîde, arabîde, türkçede onlara faik idim. O derece ki ciddî bir surette matbuat ile meşgul olmaya başladımdı.

O zaman VAKİT, CERİDE-Yİ HAVADİS, TERCÜMAN-I HAKİKAT¹¹ gazeteleri neşrolunuyordu. Bu son iki gazetede birer sütun-u edebî vardı. Edebiyatta CERİDE-Yİ HAVADİS'e İsmet Efendi²², TERCÜMAN'a Naci Efendi 23 riyaset ediyordu.

Bir yandan Vehbi'den, Sâdi'den o mahfuzatımın tesiriyle, bir yandan da o matbuatı pek heveskârane okuya okuya bende şiire, şairliğe bir iptilâ peyda oldu. Mektepte yukarı sınıfların talebeşinden Ali Ulvi24 gibi bazıları meselâ CERİDE-Yİ HAVADİS'e gazeller gönderirler, derç ettirirlerdi. Onlara ne kadar gipta ederdim, ben de öyle yapmaya ne mertebe çalışırdım!

Hüsnü Efendi 25 namında bir farisî hocamız vardı. Bir nebze çılgın idi, hatta rivayete göre bir iki def'a tımarhaneye girmiş, çıkmışdı. Fakat zeki bir adamdı. Bize aruziyle, evzaniyle beraber birçok şiirler yazdırır, takti ettirir, ezberlettirirdi. Bu zatın himmetiyle yavaş yavaş usul-ü vezne vakıf oldum. CERİDE-Yİ HAVADİS, TERCÜMAN-I HAKİKAT'tan ziyade gençlere karşı müsaadekârane davranıyordu, müptedilerin gazellerini neşreyliyordu. Bir gün bu gazetede İsmet Efendi merhumun «şimşirane» redifiyle bir gazeli çıkdı. O devirde hemen hemen her şiir söyleyebilen bir gazeli tanzire koyulurdu. İsmet Efendi:

Şevk-i şimşirin niyam-ı dilde tutmuştur mekân Keşke olmaz olaydım aşına şimşirine demişdi. Naci Efendi'ye varıncaya kadar herkes bu beyti harikulâde buluyordu.

«Mana nedir? Elfaz ile uğraş bre uğraş» dedikleri gibi o ciheti asla nazar-ı itibare almayarak sırf ameli bir tarzda âdeta bir oyuncak yapar, el işi işler gibi o gazeli tenzire koyuldum. Zaten bir müddettir mevzun söz söylemek için çabalıyor, duruyordum, az çok muradıma da eriyordum. Bu sefer var kuvveti bazuya verdim, birkaç gün çalıştıktan sonra beş beyit vücude getirebildim, fakat, «Guş etmesin öyle söz kulaklar / Aludesi olmasın dudaklar» desem yeridir. Meselâ:

Sallayıp gezdirmeden bir şey çıkar mı seyfini
Sine sapla dil olsun aşina şimşirine

beyit-i harabı gibi.


Öyle, fakat yine benim için bu terakki harikulâde idi, çünkü iki sene evvel Gülhane rüştiyesinde iken ne idim, bu sefer ne oldumdu? Yok Türkçe güç tahsil olunur diye pek kolay itham ediyoruz, fakat lisanımızı usulsuz, intizamsız nasıl öğrenegeldiğimizi hiç nazar-ı ibrete almıyoruz.

Şiir ile bu iştigal-1 küllî beni mektep derslerinden o kadar alıkoymuyordu, çünkü o dersleri de, o hocaları da seviyordum. Abdurrahman Şeref Bey coğrafya hocamızdı. Derin değil fakat latif bir hoca idi. Dersde ufak fıkralar nakl eder, fikrimizi tenşit eyler, gözümüzü açar, hasılı bizi hoşnut kılardı.

Meselâ bir kere 94 kanun-u esasîsi ilân olunduğu vakit İstanbul'da yaptıkları intihabatı2 anlatmıştı. Hükümet her mahallede ahaliye memleketin en doğru, en salih, en fatin adamını meb'us intihap etmeyi tavsiye eylemişti. Üsküdar'ın bilmem hangi mahallesindeki halk da bu tavsiye üzerine hay ve huy dünyadan feragat ederek münzevi bir tekkeye çekilmiş, gayet kendi halinde, gayet sulehadan bir zatı intihaba kalkışmışdı. Abdurrahman Şeref Bey'in böyle yarı ahrarane, yarı mürteciyane, herhalde hoş fıkraları, hikâyeleri çokdu. Dersi sırf bu nokta-yı nazardan cazibeli idi.

Tarihi haftada bir kere Murat Bey'den28, iki kere de Asaf Bey'den okurduk. Murat Bey nazarımızda büyük, pek büyük idi. Veçhen beşuş, şahsen latif, lâkin fikren hür, gayetle de natuk idi. Hasılı gençliği cezb etmek, teheyyüce düşürmek için her meziyete malikdi. Hürriyet-i fikriyesi en sade muamelere varıncaya kadar tavriyle, her hal ve kaliyle gösterirdi. Meselâ biz bir kere bahçede kar topu oynuyorduk, o da mektebe geliyordu. Birdenbire çocuk gibi aramıza girdi, bir lahze oyunumuza karıştı, bizimle oynamaya başladı. O devr-i tazyik ve tekellüfte böyle mükellef bir hoca böyle bir hareketle o gençlerin ne derece kalbine girdi, tasavvur buyrulsun.

Murad Bey hakikaten daha ilk sınıftan itibaren mahbub-u kulubumuz idi. Bu muhabbet gittikçe arttı, eksilmedi.


Ben Mekteb-i Mülkiye'de iken arkadaşlarımın ilk seneden itibaren en müstaidleri yedi sekiz sene evvel Maliye Nezaretinde müsteşar iken nabehengam vefat eden Reşat Bey30 merhum ile esbak Dahiliye Nazırı Reşit Bey³1 idiler. Reşat Bey sınıfımızın birincisi idi, hatta bu birinciliği son seneye, şehadetname alıncaya kadar muhafaza etti. Müdürümüzün, bütün hocalarımızın pek ziyade mazhar-ı teveccühü idi. Ateşin bir zekâ değildi, lâkin harikulâde bir ittırat ile çalışır, derslerinden başka bir işle meşgul olmaz, hele oyun gürültü nedir? bilmezdi, âdeta hepimize bigâne olarak yaşardı. Şahsen pek yakışıklı, fakat son derece haluk idi. Hüsn-ü hal ve hareket sahibi idi. İrfanından, ittilaından ziyade bu nazarla aramızda o mertebeyi ihraz ediyordu.

Halbuki Reşit büsbütün başka idi. Cidden zeki idi, daha az çalışır, daha çok öğrenirdi. Riyaziyatta, edebiyatta hep temeyyüz ederdi. Şiir ile çok meşgul olurdu. Bu münasebetle benimle pek dost idi. Geceleri dershanede mektep derslerini bir tarafa bırakır, onunla başbaşa Harabat'ı ³² okurduk.

Daha o yaşta aramızda edebiyatca ihtilaf-ı efkâr vardı. Zaman geçtikçe bu ihtilaf arttı. Reşit de Naci merhumu sevmiyenlerden idi. Naci'yi beğenmemek, daha o zamandan itibaren bazı gençlerimizce bir süs hükmünde idi. Bu iptila o muhitte gittikçe çoğaldı.

Yine birinci senede hocalarımızdan biri pek ziyade nazar-ı dikkatımızı celbederdi. O da Boyacıyan Efendi³3 idi. Bu zat son derece intizamperver idi. Ders zamanımız oldu mu, dakika fevt etmeden dershaneye girerdi. Vazifelerimizi muntazaman tashih eyledikten sonra getirir, bize iade ederdi. Her birimize mütesaviyen, kemalı hakkaniyetle muamele eylerdi. Bir aralık sermübassır olmuştu, fakat bazı evlad-ı ekâbire karşı müsamahakârane davranmadığı için müdürün hoşuna gitmemişti, istifa etmekte muztar kalmıştı.

Mektebi Mülkiye'de daha böyle bir seneden az bir hayat geçirir geçirmez büyük bir inkilaba mazhar oldumdu. Tatil zamanımı evimde gece, gündüz okumakla, yazmakla geçirirdim. TERCÜMAN-I HAKİKAT”ı, MÜNTEHİBAT-I TERCÜMAN-I HAKİKAT”ı her gün, her hafta âdeta hatmederdim. Ahmet Mithat Efendi'yi³4 çok okurdum, çok beğenirdim. Naci'yi perestiş ederdim. Gençlerden Mehmet Celal'lar, Ali Ulvi'ler gibi Naci peyrevlerine bile nazar-ı hayretle bakar, gipta eylerdim. O zaman en büyük emelim onlara benzeyebilmek, TERCÜMAN'a öyle gazeller, nazireler göndermekti.

Zavallı Mehmet Celal 35 hayretengiz bir suhulet-i tab'a malikdi. Her gün laakal bir gazel, bir neşide söylerdi, Sanihat-ı Naciyi günü gününe tanzir, hatta tahmis eylerdi. O şiirler bugün toplansa birkaç divan teşkil kılar.


Mehmet Celal bilahare Ekrem'e, Hamid'e 36 bile uzun uzadiye nazireler yazdı, öyle ibtizal ile, maateessüf ibtizal ile şiir söyle di ki:

Böyle bir herze-gû celâl olmaz
Başını kesmeyince lâl olmaz

hicvine istihkak kesbeyledi.

Celal Bey garip bir genç idi. Şiire değil, fakat nazma, gelişigüzel nazma o istidadı şüeramızdan ihtimaldır hiçbiri haiz olmamıştır. Herif bir günde bir manzume değil, adetâ Ada'da Söylediklerim gibi bir kitab-ı manzum yazardı. Bu nazımlar daima elfaz itibariyle kusurdan âri, hatta fevkalâde âri idi.

Böyle bir kudret-i beyana hayran olmamak mümkün değildi. İptida-ı Meşrutiyette vatana avdet ettiğim zaman bu biçareyi pejmürde bir halde buldum.

Yine o sıralarda bir gün TERCÜMAN-I HAKİKAT'ta «Fevkine» redifli bir gazel neşrolundu. Başında Şeyh Vasfi, Alayibeyizade Naci, hatta Mes'ut Harabatî 37 oldukları halde evvelâ peykler, sonra peyrevler bu gazele nazireler yağdırdılar, saha-yı matbuatı bir «Fevkine» sedasıdır istilâ eyledi. Bu gazelden:

Nurdan bir tente çeksek asumanın fevkine
Belki bastetmiş olurduk saye-yi endişemi

beytini Naci'nin perestişkârları pek beğeniyorlardı. Hele:

Geldi vakt-i rüyet didar zann eyler uyun
Düşse bir pertev cenânımdan cinânın fevkine

beyt-i sanatkârını icaz mertebesine erf eyliyorlardı.

Bence çıkmak iş midir nâsûtiyânın fevkine misra-yı

garibiyle başlayan bu fahriye:

Var iken fevkin tasavvur eylemem bir başka fevk
Kim çıkar ya Rap bu vicdansuz canın fevkine

tahmidiyle bitiyordu, hakikat-i edebiye nokta-yı nazarından hiç idi. Fakat o sıralarda bu hiçliğe bütün matbuat müntesipleri meftun, müptela idiler.

Mâptedilerden biri:

Çıktı tab'ım tab-ı mes'ut zamanın

diye naziresini bitirmişti. Naci Efendi bu nazirenin altına şu acaip satırları yazmıştı: «Hazret-i Mes'ut gazelin tahtına baktı da memulun fevkinde güldü.»


Zaten bu sütunlarda medihten, tefahürden geçilmezdi. Muallimler, şeyhler, telmizler evvelâ kendi kendilerini, sonra birbirlerini muttasıl göklere çıkarır, yekditerine en aşağı: «Hazret!»> diye hitap ederlerdi.

Naci merhumun en güzide peyki Şeyh Vasfi Efendi idi. Nasılsa Muallim'e çatmıştı, en çok o sayede yazmağı, şiir söylemeği öğrendi. Farisîye iyice aşına idi, fakat yazılarını, şiirlerini Naci'ye tashih ettirmeden neşr edemezdi. Şeyhin:

Sanmam ben harabat içre feryat eylerim
Bir perinin Allah Allah ismini yad eylerim

matla ile başlayan bir gazelini Muallim pek beğenirdi. Esasen Naci Efendi'de o kudret-i şairaneye rağmen hiç zevk-1 edep yoktu. Kendi sunuhatından en çok takdir eylediği mahut «Meyhane»> gazeli, o gazelin de:

Ol kadar çakdım ki tersazadegânın aşkına
Berke döndüm, neşrı envar eyledim meyhanede

beyt-i makruhu gibi.

Muallim Naci Şeyhi o derece sever, böyle sahabet ederdi ki bazen onun namına şiir bile söylerdi. Şeyh Vasfi «Berkî» diye tahallus ederdi. Menemenlizade Tahir Bey38 Ustad Ekrem'in en güzide telmizlerinden olduğu için Naci'ye, hususiyle Şeyhe pek muarız idi. Bir kere:

Gürleme berk gibi kendini bil, ey Şair!
Kendi meddahın olan hameyi sanma kadir

diye bir hicviye yazmışdı. Bu hicve cevaben Naci:

Gürletip berki halkı güldürdün
Ehl-i hikmet reva görürler mi?
Ses çıkarmaz bizim diyarda berk
Menemen berki yoksa gürler mi?

kıt'asını söyledi, Şeyh'in namına neşreyledi. O adamcağızı o kadar severdi, matbaada yanından ayırmazdı, nereye gitse beraber götürürdü. Galiba bir parça o yüzden bilahare kayınpederi Ahmet Mithat Efendi ile bozuştu, çünkü:

Hukuk-u ülfete Naci riayet eyleyeni
Nasıl feda edelim? Ademiyet öyle değil

diyor, böyle yaranından ne olursa olsun ayrılmıyordu.


Şeyh Vasfi Efendi birkaç sene evvel vefat eyledi. Meşrutiyetimizin ilânını müteakiben bir gün beni görmeğe İkdam'a gelmişti. Kiminle beraber olsa beğenirsiniz? Ahmet Mithat Efendi merhum ile, Ahmet Mithat ki aşağıda göreceğiz, Naci'yi TERCÜMAN dan kovduğu zaman o zavallıya yapmadığını bırakmamıştı. «Şeyh Küfvî-yi Demevî tahdid-i hududu tehdit-i huduttan temyiz edemez bir cahil, Naci'nin bakiyetüssuyuf gazeliyatını benimseyerek imzasiyle neşretmeğe tenezzül eyler bir âcizdir.» bile demişti.

Biçare Şeyh o derece boş değildi. O zaman İMDAD-ÜL-İMDAT39 mecmua-yı mevkutesinde: «Yanılıyorsunuz ey edib-i hakim!» diye Ahmet Mithat'a cevap vermişti, nazmen de:

Feylesofani zamanın maksadı bilmem nedir?
Şairi tahkir ile zevk-i meyi inkârdan?

diye bir serzenişte bulunmuştu.

Muallim'in diğer bir peyki, peyk-i mümtazı, Alaybeyizade Naci idi39.

Eylerim hep böyle müstesna güzeller intihap
Tab-1 müstesnapesendim dilberimden bellidir

beyt-i metini ondandır. Bu zat Bab-1 Seraskerî memurlarından idi. Şimdi mütekaiddir. Naci devri geçtikten sonra bir daha matbuatta görünmedi. Trabzon eşrafından, füzeladan bir zatdır. Yine o zümreden bir Ahmet Hamdi Efendi 40 var idi ki cidden vüs'at-ı karihaya malik idi. Muallim'in hatta günü gününe tahmis etmedik bir gazelini bırakmadı. Bu sebebe mebni «Hamdi-i Mahmis» lakabını almışdı. Sonları Naci ona:

Unvanın olsa hikmeti var: nazıl-el-hükm \

teveccühünde bulunmuştu. Nazımel-hükm inkılaptan evvel matbuat müdür muavini idi. Fakat şairliği o da çoktan bir tarafa bırakmıştı. Galiba ahiren vefat eyledi. Tarz-ı kadimde pek metin söz söylerdi.

Bu kafile-yi şüeranın bir rüknü de Veysipaşazade Ali Ruhî Bey'di. Ali Ruhî onların hakikaten en muktediri idi.


O derecede ki eski vadide emsalsız bir şair idi. Lemeat unvaniyle bir mecmua-yı eş'ar neşreylediª².

Har isem de çekme benden dameni ihsanını
Hardan, ey gel, hazer kıl kim tutar damenini

matla-ı musannai o mecmuanın en güzel sözlerinden biridir. Naci Efendi Ali Ruhî'yi pek ziyade beğendiği, sevdiği için bu divançeye şu takriz-i manzumu yazmıştı:

Ey Ruhî-yi ervah füruzan lemeati!
Yansan da seni hafızalar saklayacaktır.
Gönlüm gibi âlemde hezaran dil ruşen
Her beytini bir lemeat-ı hikmet sayacakdır.

Ruhî de Muallim'in daima peşinde dolaşırdı, hatta Beykoz'da düğünde bile hazır bulunarak şu kıt'ayı söylemişti:

Bu kasr-1 dilpezirde Naci'yi nüktedan
Oldiyse çok mu saliki isr-i peyemberin
Olmakdadır arais-i maniye cilvegâh
Her beyti bir düğün evidir ol suhanverin.

Biçare Ali Ruhî vak'anüvis sifatiyle Osman Paşa'nın maiyetinde «Ertoğrul» ile Japonya'ya gitmişti. Bu gemi o kaza-yı fecie uğradığı vakit o da ka'r-1 nâyâb ademi boyladı¹³. Yine bu devrin şairlerinden biri de Harputlu Hayri44 idi

Eğerçi bade içer, biz de neşveyab oluruz,
Düşünmeyiz ki sonunda bütün harap oluruz.

diye şiirler söylerdi. Fakat, rivayete nazaran, kendi de işrete müptela idi.

Bir gün Asır 45 kütüphanesinde Halil Edip Bey bana şu iki beyti gösterdi:

Görmeden revnakını geçti bahar-ı ömrüm,
Acırım böyle şebabımda harap olduğuma...
Olmasın da nazarım mihr-i fuhnundan mehcur
Kailim tek hedef kahr ve itap olduğuma..

Bu beytlerin birincisini Harputlu Hayri, ikincisini de kendi irticalen söylediklerini bir parça mütefahirane anlattı. Kalem elime aldım, onların altına şu üçüncü beyti yazdım:

Kabrıma gelmeyerek ruhumu şad etmezsen
Yanarım ateş-i aşkınla türab olduğuma…


O zaman ben henüz pek genç idim, onlar bana nisbeten yaşlı idiler. Bu irtical Babıâli Caddesince şöhret-i şairaneme hizmet eyledi. Var kıyas et!

Halil Edip Bey o şiirde o zamanlar öbürlerinin kâ'bına varamazdı, fakat nesirde onlara faik, bir parça da edebiyat-ı garbiyeye vakıf idi. Sonraları bahusus hece vezninden mükemmel şiirler yazıverdi. Galiba Maarif memurlarından idi, geçenlerde irtihal eyledi.

İşte Naci'nin peyklerinden, peyrevlerinden hatırıma gelenleri mücmilen tarif ettim.

Daha sonraları onlara Abdülkerim Sabit Bey47 de iltihak etti. Sabit Bey Menemenlizade Tahir Bey'in akrabasından idi. Hem tarz-ı kadimde, hem yeni yolda şiir söylerdi. Naci'nin pek meftunu, mahmisi idi. Sabahenşirah unvaniyle bir mecmua-yı eş'ar neşreylemişti. TERCÜMAN'a her gün ya bir nazire, ya bir tahmis gönderirdi. Mithat Efendi Naci'yi bu gazeteden çıkardığı sırada bu genci de hırpalamıştı.

Bir gün Vatan kütüphanesinde 48 oturuyordum. Kapıdan içeri Naci Efendi bu Abdülkerim Sabit Bey'le beraber girdi. O zaman TERCÜMAN'dan çıkmıştı, İMDAD-ÜL-İMDAD diye Abdülkerim Beyle müştereken bir mecmua-yı mevkute neşreyliyordu.

Bu mecmuanın ilk nüshasında o teļmiz-i Naci'nin şöyle bir beyti vardı:

Yarımın teyid-i aşk ve vasl için gönderdiği Nameler heyhat, heyhat bimeal olmuş bütün. Naciyane bir nazarla bakılınca bu beytte hata vardı, çünkü ikinci heyhat çekiliyordu. O zamana kadar Muallim'i tanımıyordum, fakat cür'et ettim, bu ayıbı ona gösterdim. Adamcağız gülümseyerek Sabit Bey'e: «Bak, sana itiraz var. Fakat pek haklıdır. Sen de haklışın. İkinci heyhatı çekmek muhaldır, çekmemek hoş değildir. tarik-i evlâ böyle bir mevkide iki heyhatı yanyana getirmemektir.» dedi, fakat eminim ki itirazımdan hoşnut oldu, elfazda o mertebe müşkülpesent idi.

(5)

İşte Mekteb-i Mülkiye'nin henüz ikinci üçüncü senesinde iken matbuata bu mertebe vakf-ı efkâr, hasr-ı mesai eyledimdi.


Maamafih yine derslerimden pek geri kalmıyordum. Sene içinde ihmal eylediklerimi imtihan zamanları geceyi gündüze katarak ikmale muvaffak oluyordum.

Arkadaşlarımızın içinde pek çalışkanlar vardı, bilfarz 32 Meh met Ali, 56 Hüseyin, 45 Saip Efendiler gibi. İmtihanlar yaklaşınca onlar bana yardım eyliyorlardı. Mehmet Ali ezbercilikte, Hüseyin riyaziyatta, Saip fransızcada kuvvetli idiler. Birinci ile bilfarz coğrafya çalışırdık, fakat öyle çalışırdık ki Abdürrahman Bey'in o kitab-1 marufunu49 âdeta Kuran gibi hifzediyorduk. Her faslı, hatta her sahifeyi mürettip sehiblerini bile kaçırmamak üzere ezber ediyorduk. Bu sayede parlak parlak imtihanlar geçerdik, fakat coğrafya öğrendik mi? Heyhat, çünkü o methul usul-ü tedris ile böyle bir ilme vakıf olmak muhal idi. 32 Mehmet Ali 50 zeki bir genç idi. Bilahare «Aynî» lakabını tahallus ederek matbuatımızda temeyyüz eyliyen, son devirde Trabzon ve saire valiliklerine irtika eden bu zattır. Sabık Maliye Müsteşarı Aynizade Tahsin Bey'in biraderidir. 56 Hüseyin ise metanet-i fikriye eshabından idi". O da birkaç sene evvel Diyarıbekir, Bağdat valiliklerinde bulundu

«Gelecek yaz ilkbaharından bellidir» derler. Bu gençlerin o mertebeleri ihraz edecekleri mektepteki hallerinden, temkinlerinden, saylarından anlaşılırdı. Zavallı 45 Saip 52 takdirin bu teveccühüne mazhar olamadı. Maarif müdürlüklerinde dolaştı, Kastamonu'dan Manastır'a, Manastır'dan Adana'ya atıldı. Nihayet bir köşede takıldı, kaldı. Uzun bir menkûbiyetten sonra galiba son günlerde Şarkî Karahisar'da mutasarrıf oldu. Fakat pek hoş sohbet, sütude-yi siret bir arkadaşımızdı. Bizi daima latif latif sözleriyle, tavırlariyle güldürürdü.

Mekteb-i Mülkiye'de iken haftada bir kere perşembe akşamları Süleymaniye'ye evime gider, cuma akşamları yine koşa koşa mektebe dönerdim. Evde geçirdiğim zamanı bile sırf mütaleaya hasrederdim. Konağın üst katında ufak bir odam vardı, kitaplarımla dolu idi. Oraya kapanırdım, muttasıl okurdum. MÜNTEHEBAT-I TERCÜMAN-I HAKİKAT'ı her hafta baştan aşağıya hatmederdim. Ahmet Mithat'ın fıkrayı muhayyelleri pek hoşuma giderdi. ENVAR-I ZEK³³ gibi bazı mecmua-yı mevkuteleri de pek severdim. Bu mecmuada bir kere «Ömrümün üç ayı» diye Mustafa Reşid'in 54 sade bir hikâyesini okudum, pek latif buldum.

Bu zat pek garip bir muharrir idi. Fevkalâde bir iktidara malik değildi, hiç değildi, fakat evvelâ neşrettiği mektuplardan anlaşıldığına göre Kemal Bey'den itibaren bütün eazım-1 üdeba ile teklifsiz idi.


Saniyen EnvarZekâ, Bir Çiçek Demeti, Göz Yaşları gibi ruhsuz olmakla beraber tabiî olduğu için sevimli eserler neşreyliyor, şöhret kazanıyordu. Naci Efendi Mustafa Reşid'i hiç sevmezdi, her fırsatta hırpalıyordu, hatta bir kere SAADET55 gazetesinde uzun uzadıya muahaze ettikten sonra:

Olacakdır işin fena, çelebi!
Haddin elbette sonra bildirilir,
Olacak işin fena ne demek?
Orasını Mustafa Reşid bilir

diye tezyif ve tehdid eylemişti.

Fakat Reşid Bey bu tahkirlere kulak asmazdı, neşriyatında devam eylerdi. Doğrusunu söylemek lazımsa bu naçiz sahib-i hamenin o sade yazıları hakikat-i edebiye nokta-yı nazarından beni daha ziyade düşündürdü, serair-i aşkı gönlüme ilka etti, çünkü tabiî idi. Öbürleri gibi sun'î değildi. ENVAR-I ZEKÂ naşiri o zamanlar şiir pek yazmazdı, yalnız galiba bir parça sonraları dillerde çok dolaşan şu şarkıyı söylemiş, fakat neşretmemişdi:

Habgâh-ı yara vardım arz için ahvalimi
Bir perişan halini gördüm, unuttum halimi
Sinesinde, gerdeninde gizlenen amalimi
Leblerimle topladım, tebrik edin ikbalimi.

Mustafa Reşid'in zikrettiğim hikâyelerini okuya okuya kalben müteheyyiç iken bir kere başıma bir vak'a geldi, bir vak'a ki benim için ilk macera-yı aşk demekdir. perşembe akşamı evime döndümdü, odama kapandımdı. Yaşım henüz ondört, onbeş idi, lâkin gönlüm, gözüm şiir ile, sevda ile dolu idi:

Açar âguşumu figan ederim,
Beni öldürdü iftirak derim

gibi beytler söylüyordum, lâkin ne için, kimin için söylediğimi bilmiyordum. Böyle mütehassirane pencereden bakarken karşımdaki odada latif bir sima gördüm. Yüreğim hop etti, çünkü o latif sima çocukluğumdan beri aşinalarımdan idi. Komşularımızdan birinin kızı idi. Benden iki, üç yaş büyükdü. Fakat iptidaları benimle evlenmek mukarrer iken sonraları her nasılsa bu karar bozulmuştu, o kızcağız başka bir gence varmıştı. Birkaç ay sonra ondan boşatılarak diğer bir adama tezviç edilmişti. Bir türlü sevemediği bu ikinci kocasiyle çok geçmeden bozuşmuştu. Bu esnalarda bir müddet valdesiyle beraber bize misafirliğe gelmişti. Çocukluğumuzdan beri aramızda bir muarefe, samimî bir muarefe olduğu için beni görünce gülümsedi, sevinir gibi oldu.


ALİ KEMAL'IN GENÇLİK VE OKUL ARKADAŞLARI

Mehmet Ali Aynî

Menemenlizade Tahir

(Taha Toros arşivinden)


Ahmet Reşit

(Taha Toros arşivinden)

Süleymanpaşazade Sami (Taha Toros arşivinden)


Bu ibtisam, bu iltifat o sevdaya susamış gönlümü helecana düşürdü. Bütün o garamengiz şiirler fikrimde uçuşmağa başladı. Artık odamda yerimde oturamaz oldum. Yemekten sonra bir lahze dadımın odasına gittimdi, o da oraya geldi. Benimle uzun uzadiye görüştü, safvetle, samimiyetle görüştü. Hatta bir iki kere, birkaç dakika yalnız kalınca ellerimi sıkdı. O gece bana bir hal oldu. Odama döndüğüm vakit mest idim, mest-i sevda idim. Yatağa girdim, fakat gözlerime uyku girmedi. Bazen uyur gibi oluyor, derhal ateşler içinde uyanıyordum. Henüz nühüfte bir kalbe sevdanın bu inhitafi garip, lâkin müthiş, müessir idi, beni âdeta sarsıyordu.

Bereket versin ki ertesi günü mektebe avdet edince arkadaşlarımla, işlerimle meşgul oldum, bir parça o derd-i aşkı unuttum, teselli buldum. Maamafih zaman zaman o latif hayal gözümün önüne gelince yüreğim cız ediyordu.

Bir hafta sonra o maşuka-yı kalbime mülaki olmak ümidiyle koşa koşa eve geldimdi. Heyhat, o yar-1 bivefa kocasiyle barışmış, hanesine gitmişti, hatta giderken bana bir selam bile bırakmamıştı. Bu sefer bende iztirab-1 sevda bir derece daha arttı. O gece sabaha kadar yine gözüme uyku girmedi. Mevsim latif idi, yaz iptidaları idi. Penceremi açtım. Mehtap her tarafı nurlara gark eyliyordu. İptidaları:

Mehtaba bakarım yar gelir hatırıma

diye söyledim, sonra daha derin bir tahassüse tutuldum. Gözümün önünde paril parıl parlayan kamere hitaben bir neşide söyledim.

Melal içinde nümayan cemal bir nurun
Nedir o vaz-ı hazinin, o tavr-1 mehcurun
Esir-i hicri misin bir nigâr-ı mağrurun
Bitirdi ömrümü derd-i firakı bir hurun
Ne söylesem ki harabım ne eylesem ki harap!

Aradan 36 sene geçtiği halde bu ilk sevdamın bütün safhaları, teheyyüçleri gibi o neşide-yi aşk da kâmilen yâdımdadır, yâd-1 hazinimdedir. Çünkü o tarihten iki üç sene sonra idi, o zavallı genç kadıncağız aman vermez bir illete tutulmuştu.

Sarı bir güldün ey adem çiçeği
İstemezdim sana verem demeği

bediasının meal-1 nâlanına dönmüştü, çok geçmeden toprakta nihan oldu.


Fakat ölüm döşeğinde iken bana dadımla bir gün selam gönderdi, o leyle-yi nim evsalı hatırlattı.

Mektepte şiir ile edebiyat ile iştigal eden arkadaşlar yalnız üstümüzdeki sınıflarda, yalnız sınıfımızda değil, bizden sonraki sınıfta bile vardı. Onların serfirazı Süleymanpaşazade Sami Bey'di5.

Sami daha yeni Bağdat'tan gelmişti, lakin fikren, kalemen müterakki idi. Şiirde, kitabette arkadaşlarına pişvalık ediyordu. Bağdad'da nakibeleşrafın oğlu teehhül ettiği zaman ona bir manzume söylemişti. Mektepte o nazmı hepimize okur, dururdu, hatta bu zeminde bir fıkra bile anlatırdı:

Aynen hatırımda kalmayan bu şiir «tetevvüç, tezevvüç, teheyyüç» kafiyesiyle idi. Sami manzumesini söyler, lâkin son beytine bir türlü kafiye bulamaz, çünkü öyle kelimeler hakikaten mahduddur. Leyle-yi zufaf gelir. Şair kasidesini nakibeleşrafa takdim etmeğe mecburdur, ne yapsın? Bir köşede öyle düşünür, dururken uzakdan damadın ipek bir nesler içinde sallana sallana geldiğini, eteklerinin mevcelendiğini görür, derhal temevvüç kelimesini bulur, geniş bir nefes alır.

Sami'yi hem takdir eder, hem severdik, çünkü gerek ahlâk, gerek irfan itibariyle pek mümtaz bulurduk. Bilhassa ben sonraları onunla çok düşdüm kalkdım. Cihanda Sami kadar latif, vefakâr, hayırhah bir arkadaş olamaz.

Ölünceye kadar Sami yine o Sami kaldı, hiç değişmedi. Şiirde, nesirde temeyyüz eyledi, Maarif Nezaretinin mümtaz bir rüknü oldu, fakat o safvet-i ahlakını daima muhafaza kıldı. Meselâ edebiyatta, siyasiyatta bazen ihtilaf-1 içtihad münasebetiyle bana birkaç kere kızdı. Samimî, sahih kızdı ama benimle yüzyüze gelince, o ezelî uhvetimizi hatırlayınca bu iğbirarı derhal unuttu. Sami'nin ebedi ziyaı hayatımda bir akide oldu.

Ahlakî bu kemalatı başka arkadaşlarımızda pek göremediğim için Sami'nin bu faziletini böyle alenen teslim ve tebcil etmeği bir vazife bilirim.

Yine o sınıftan Suat ile Sermet sık sık görüştüğüm refiklerden idi, çünkü onlar da edebiyat ile meşgul olurlardı. Mektebi ikmal ettikten sonra Suat bir hizmet-i hususiye ile Mısır'a gitmişti. İlân-ı Meşrutiyeti müteakiben vatana döndü. Divaniye ve Gerek mutasarrıflıklarında bulundu. Hâlâ da gazetelerimize zaman zaman yazılar yazar, fikren de, hulkan da mektepte iken olduğu gibi nezihtir, mutekiddir, lakin bâtidir, mahduttur.


Sermet 58 ise ateşin meşrep idi. Mülkiye'yi bitirir bitirmez Mekteb-i Harbiye'ye geçti, Erkân-1 Harbiye'den güzide bir zabit oldu. Ahiren liva olmuştu. Şimdi mütekaid. Dedikleri gibi, sahib-i seyf ve kalemdir.

Mekteb-i Mülkiye'nin bu zürreyitinde. bu senelerinde bir kabiliyet, bir feyiz, bir uyanıklık vardı. O derecede ki o istibdad-1 idareye rağmen kendini gösteriyordu. O devrin yetiştirdiği gençler bilahare her şube-yi marifette temeyyüz eylediler. Bu inşirahın en birinci baisi o muhit idi, o muhit ki bizi yavaş yavaş uyandırdı, fikirlerimizi açıverdi.

Fikren böyle müterakkilerimiz daima bir araya toplanıyor, teati-yi efkâr eyliyorduk. Siyasiyattan, edebiyattan, mazi, hal, istikbal hep bahsediyorduk. Yeni Osmanlıların neler yaptıklarını, yazdıklarını öğreniyorduk. Kemal Bey'den Mithat Paşa'ya kadar o eazım-1 ümmeti eserleriyle, endişeleriyle tanıyorduk.

Aramızda bilfarz Midilli'den bir Hüsamettin" vardı. Zeki bir çocuk idi. O zaman Midilli mutasarrıflığında bulunan Namık Kemal'ı bir münasebet-i hususiye ile yakından tanıyordu. Tanıdığı gibi bize anlatıyordu. Eserlerini ezber edercesine okuduğumuz; sevdiğimiz bu edib-i azamın hususiyet-i ahvaline vakıf olmak hoşumuza gidiyordu. Fakat hakikatta bu haller o derece hoş değildi, ne olursa olsun böyle bir sahib-i dehaya yakışmaz idi. Meselâ Kemal Bey'in ciddi bir surette işiyle gücüyle meşgul olmak şöyle dursun, çok vakitler odasından bile dışarı çıkmaz imiş, fakat çok içermiş, yazılarını ekseriya nimmest iken yazarmış. Biz sabavet-i efkârımızdan bu küçükleri bile büyüklük gibi telakki eyliyorduk, hüsn-ü tefsir ederek takdirlere Şayeste buluyorduk.

Hüsamettin, Midilli eşrafından bir zatın oğlu, sabık Adalar Kaymakamı Baha Bey" muhibimizin biraderi idi. O zamanlar Baha Bey Namık Kemal'in kâtib-i hususîliğini ifa ediyordu. Sonra tafsilatiyle hikâye edeceğim Hüsamettin bilahare meclis ve menfa arkadaşlarımdan oldu. Ahlaken de, irfanen de sahib-i meziyet idi, ve bu cevherdir ki menkûbiyet lekesine rağmen meslek-i memuriyette feyiz buldu. Devr-i sabıkda mutasarrıflığa irtika etmişdi. Lâkin devr-i lâhikde vali olmuştu. Maalesef birkaç sene evveli Yanya valiliğinde nabehengâm vefat eyledi.


(6)

Mekteb-i Mülkiye arkadaşlarımdan daha böyle ciddî ve candan takdir eylediklerim çokdu. Hayatımın pek muazzez bir faslı bu mektep hayatım oldu, bu mektep hayatı ki en basit safhalarına kadar hafızamdan bir türlü silinmedi. İşte ömrüm sabahından, sabah inşirahından uzaklaşarak akşama yaklaştığı halde yine sönmedi.

Mektep melce-yi şebab olduğu için başka bir saffet ve safiyet muhitidir. İnsan hüzün ile itirafa mecbur oluyor. Bilahare bargiran-i hayat o rengarenk meşakkiyle, mezahimiyle şebabın o letaifini, mekârimini târaç eyliyor. Öyle olsa da,

Geçmiş zaman olur ki hayali cihandeğer.

Bu mektep hatıralarını unutmak, hatta latif latif yade getirmemek mümkün değil. Zaten nuhbe-yi hayat nedir? Bir zübde-yi hatırat değil midir?

Mekteb-i Mülkiyede beni en çok teheyyüce düşüren hallerden biri mükâfat bahsi, tevzi-i mükâfat resmi idi. Her perşembe günü akşamı Müdür Abdurrahman Şeref Bey son derste gelir, o hafta zarfında talebeye verilen aferinleri, tahsinleri, imtiyazları bizzat tevzi ederdi, hususî imtihanlarda birinci, ikinci çıkanlara mazhar oldukları mükâfatı verirdi. «Aferin» küçük bir kırmızı varakadan ibaret idi ki derslerini güzelce bilenlere, vazifelerini mükemmelen yapanlara verilirdi. Bir «tahsin» dört, bir «imtiyaz> sekiz «aferin» varakasına bedel idi. Hususî imtihanlarda birinci çıkanlar «imtiyaz», ikinci çıkanlar «tahsin» varakalarını kazanırlardı.

Maalesef birinci ve ikinci senelerde bana hiç bir dersten birincilik müyesser olmadı. Zaten bütün birincilikleri Reşat Bey inhisara almıştı. Yalnız ikinci senede coğrafyadan ikinci çıkdımdı. O da körükörüne ezbercilik sayesinde idi. Bir dersin imtihanını bir gün zarfında bitirebilmek için mümeyyizler ayrılırlardı, talebeyi ayrı ayrı imtihan ederlerdi. Yalnız hocanın birinciliğe ve ikinciliğe namzed addeylediği şakirdler imtihan olunacağı vakit bütün heyet bir araya toplanırdı. Coğrafyada nöbet imtihanı bana gelince böyle oldu. Hocamız Cin Ali dedikleri kolağası Ali Bey idi. Mahdut bir zat idi, lâkin ihtisası olduğu için coğrafyaya pek vakıf idi. Her nedense hepimizi korkuturdu.

Beni bu suretle imtihan eden heyet-i mümeyyizeden iki zat Gülhane Mekteb-i Rüştiyenin erkânından, evvelce arz ettiğim, yüzbaşı Asaf Beyle mülazım Sedat Bey idiler ki o mektepten tardima şiddetle karar verdilerdi. Bu sefer kapı açılarak içeri girdiğimi görünce veleh getirdiler çünkü beni derhal tanıdılar. Sedat Bey eğildi, hocamız Ali Beyin kulağına bazı sözler söyledi.


Bende üç sene zarfında büyük bir tahavvül meydana gelmişti. Gülhane'nin o haylaz ümmi şakirdine bedel artık muktedir, serbest bir genç tavrı aldımdı. Bilhassa o iki zattan mazinin edibane bir intikamını almak için heyet-i mümeyyizenin sorduğu suallere büyük bir şetaret-i fikriye ile cevap verdim, coğrafyaya tarihi karıştırdım. «Sizde ediplik var.» Talakat-ı beyanıma gayetle dikkat eyledim. Cin Ali memnun oldu. Bir çekip vurur gibi hecelerini ayrı ayrı telaffuz ederekten hilaf-1 mutad: «Efendi, kâfi, şayan-ı dikkatsiniz» dedi. Ben kapıdan çıkarken Sedat ve Asaf Beyler hayrane arkamdan bakıyorlardı, sonra da galiba uzun uzadiya öbürlerine masebakımı anlatıyorlardı, ihtimaldır: «Hüda kadirdir, eyler senin hâreden cevher» diyorlardı. İşte o iki sene içinde yegâne bu dersten mükâfat kazandımdı. Ondan sonra ise mükâfatı gazete sütunlarında aradığım için mektep derslerine hiç ehemmiyet vermez oldumdu.

Tevzi-i mükâfat merasimine bile yalnız bir kere gittimdi. Hakikaten o bir resime-yi vâlâ idi. Mektebin bahçesinde, Sultan Mahmud türbesine bakan cihette açık çadırlar kurulur, ipler gerilirdi, sıralar dizilirdi. Cepheye: «Rütbet-ül-ilim âlel merteb.» diye büyük bir levha talik olunurdu. Vükelâdan, erkân-ı devletten bir çoğu kâbirler koltuklara otururlardı. Zat-ı Şahane Başkâtip Süreyya Paşayı62 hedaya-ı mahsuse ile gönderirdi. Hedaya ki altın saatlardan mürekkep idi. Alelâla şehadetname alanlara verilirdi. Ortaya bir masa konulurdu. Önce Müdür Abdurrahman Bey ayağa kalkarak baştan başa medayih-i seniye ile malâmal bir nutk-u beliğ, o zamana göre bir nutk-u belig, okurdu. Birinci olarak şehadetname alan efendi ki o sene Kâmil Paşazade Haşmet Bey³ merhum idi Müdüre cevap verirdi. O da Zat-ı Şahaneye bol bol dua ederdi. Sonra Müdür-ü Sani Recai Bey64 ilk önce şehadetname alanların esamisini birer birer gümrah bir sesle kıraat ederdi. İsmi okunan her efendi talebeye tahsis olunan yerden tâ o heyetin bulunduğu mahale kadar gider, o zevat-ı kerama arz-ı selam eder, Müdür Beyden mükâfatını alırdı. Şayet ismi böylece üç defadan ziyade zikredilmiş ise her cihetten alkışlara mazhar olurdu. Meselâ Recai Efendi: tarih-i umumî, birinci mükâfat, 76 Reşat Efendi, sekiz def'a mezkûr dedi mi, huzzardan bir alkıştir, kopardı.

Hedaya-yı seniye bir tarafa, mükâfat olarak verilen diğer hediyeler ufak tefek kütüb-ü kadimeden ibaret idi. Meselâ bana bir kere Solakzade tarihi, bir kere de Peçevî tarihleri verilmişdi.


Tuhafdır, bu mükâfat emelleri, tevzi-i mükâfat merasimi beni birinci ve ikinci senelerde teheyyüce düşürdü, fakat sonraları hiç merakıma bâdi olmadı, pek çocukca görünmeğe başladı. Bir kere sermubassır bermutad kemal-1 debdebe ile dershaneye girdi, sağa, sola hüsn-ü ahlakdan birçok aferin'ler dağıttı. Bana da bir tane verdi. Lâkin o kırmızı varakayı alırken lisanımdan biihtiyar:

Ya Rab, bu aferin ne tükenmez, hazinedir!

mısraı, bir parça istihfafkârane bir tarzda sadır oluverdi. Bu zat Osman Bey namında Mekteb-i Mülkiye'den mezun, pek müttaki bir adamdı. İçimizden namazda, aptestte terahi göstermeyenleri severdi. Bana sonraları yine bu sebeple pek kızmıştı, hatta bir iki kere ceza vermişti. Ben de ona:

Sermubassir ne tuhaf maksada hizmet ediyor,
Din için bizlere her lahze hakaret ediyor.

matlaı ile başlar bir hicviye, güya hicviye yazdımdı, bir vasıta ile gönderdimdi. Mamafih adamcağız bu çocukluğumdan pek müteessir oldu, bu teessürünü bana yana yakıla söyledi. Daha başka hallerden de dilgir idi. Çok geçmeden istifa eyledi. Fakat, pek munsif, mukdim, hatta muktedir bir insan idi. Biz kadernaşinaslık ettik.

Artık mektep bence ikinci derecede bir meşgale idi. Gönlüm, gözüm dışarıda, matbuatta idi. Lakin saha-yı matbuat bir tarz-ı tekâmüle giriyordu, Naci Efendi zirve-yi ikbalden aheste, aheste iniyordu, ona karşı Ekrem Bey çıkıyordu, Ekrem Bey ki hem o mey ve mahbub mesleğini hoş bulmuyordu, hem de o Naci tagallübünü çekemiyordu. Filhakika iptida-yı zuhurunda Ateşpare müellifini takdir etmişti, hatta yeni tecelli eden o şairlerin Kuzu gibi, Feryad gibi manzumelerini Talim-i Edebiyata birer nümune-yi kemâl tarzında almışdı.

Nedir o nevha şu viranenin kenarında
Dokundu hatırıma hal-ı inkisarımda

Gazel-i bediini latif bir tarzda tahmis bile etmişti. Fakat bilahare böyle yaptığına pişman olmuştu, Naci'yi her meclis-i hususîde tezyif eyliyordu.

Ekrem Beyle bu ziddiyet Muallimi büsbütün tarz-ı kadime, kudemaperestliğe sevkeyledi. Ateşpare'de gösterdiği vadi-yi teceddüdden geri döndürdü.


Bu irtica Ahmet Mithat'ın canını sıkdı, o mertebe canını sıkdi ki Hüsn-ü Mellah müellifi bir gün Muallim Naci'yi bütün peykleriyle, Şeyh Vasfi'lerle, Abdülkerim Sabit'lerle, Ahmet Hamdi'lerle beraber gazetesinden kapı dışarı etti. Ayni zamanda TERCÜMAN'a da hem onlar için, hem de o «Mey ve Mahbub» mesleği için gayet müzeyyifane ve müstehziyane bir bend yazdı. Bir bend ki şiir ve şair namına sarhoşluğu bihakkın muahaze ediyordu, hele o mestane tefahürleri «Alâ âlâhey!»lerle istihkar eyliyordu, damadını böyle yerin dibine geçirdikten sonra Ustad Ekrem'i göklere çıkarıyordu. Biz bitaraflar Naci'yi seviyorduk. Lakin birçok cihetlerce hakikata pek tevafuk eylediği için Mithat'ın bu muhacemelerini de muhik bulduk. Hemen bu sıralarda idi. TERCÜMAN sahibi her nüshada o meyperestane gazellerden birini tenkid eyliyordu, fakat benim yine o gazeteye gönderdiğim şu basit manzumeyi derhal aynen derç eyledi:

Canan'ı Görüşü

Gönlümde hezar yara var iken
Feryad edemem acep nedendir?
Geldi helecana dil temelden,
Bak bak şu geçen dilşikendir.

Fevare-yi hüsnü andır ama
Lutfu, keremi, inayeti yok
Sevdim, severdim de, işte hâlâ
Uftadesiyim, edası pek çok,

Bir kere de gel, bu semte dilber
Meftunun olan garibi seyret
Etrafını kaplamış elemler
Mecnunun olan garibi seyret.

Yanmakla harap oldu gönlüm
Firkat daha imtidad edeydi,
Billahi fena bulurdu gönlüm,
Canan beni görmeden gideydi,

Mahza mey ve mahbub tarafdarlarını kızdırmak için olsa gerek, Ahmet Mithat Efendi bu çocukça, bu değersiz nizamın altına şu büyük takdirleri yazmıştır: « İşte edibane ve aşikane şiir böyle olur, nazımına hezar aferin. »


Ahmet Mithat Efendinin bana karşı bu iltifatına Naci kızdı. O sıralarda neşrettiği İNTİKAD66 namındaki bir risalede cevap verdi. O çocukca manzumeden ilk beyti kendinin:

Şu geçen o dilşiken olmasın yine gönlümün helecanı var

mısraından acemicesine çalınmış olduğunu söyledi. Nihayet manzumeyi öyle beğenmek, bu misraları ise bu derece yerin dibine geçirmek, garazkârlıktır diye kayınpederini şiddetle muahaze eyledi. Bu muaheze kısmen doğru idi, kısmen değildi.

Geldi helecana dil temelden
Bak bak şu geçen o dilşikendir.

beytinin yukarıki mısraından çalma olduğunu Naci Efendi iddia edebilirdi. Ancak o devrin her nazımı böyle yapmakla meluf olmaya idi! Bilfarz Muallim:

(*) Bir istitrad. Bu hatıraları nasıl hifz eyledimce öylece, hiç bir esere müracaat etmeden aynen bu sahifelere geçiriyorum, çünkü öyle yapmazsam saffet ve hakikattan ayrılacağımı, hatıratımi sair vak'alarla karıştıracağımı zaneyliyorum. Bence matlup odur ki bütün bu teessürlerimi, ihtisaslarımı asla değiştirmeden karilerime arzedebilmeliyim tâ ki o devirlerin hakiki mahiyetini gösterebileyim.

Bu tarz-ı beyanının bir mahzuru var. Bir hafıza ne kadar metin olursa olsun, elbette metinler, vesikalar gibi olamaz, mutlak yanılır. İhtimal ki hikâye ettiğim vak'aların, nakleylediğim beyitlerin noksanları, yanlışları çokdur. Fakat bence o mahzur bile bir faide teşkil kılar, çünkü sözlerimin asla sümmettedarik olmadığına delalet eyler, bazı büyüklerimizin yaptıkları gibi zemin ve zanıana göre hatıratımın tahrife uğramadığını anlatır.

Hayatımı bu suretle hikâye etmekten maksudum devrimin tarihini yazmak değil, asla değil. Belki ileride o devrin tarihini yazacak olanlara naçiz, lakin sarih bir vesika hazırlamaktır. Maalesef eslafımızdan hiç böyle yapan olmadı. Olaydı biz de edvar-ı sabıkamızı siyaseten, edeben daha güzel, daha mükemmel bilir, öğrenirdik.

Mananın sıdık ve samimiyetini temamen muhafaza etmek için üslubumu bile elden geldiği kadar samimileştiriyorum sırf düşündüğüm gibi yazıyorum. Bazen hatıratım kırık dökük ise cümlelerim, ibarelerim de öyledir. Fakat itikadımca bu yazılara bir kıymet veren de odur. Lütfen şu satırları okuyanlar bilahare hayatımın müteheyyiç fasıllarını nakledeceğim vakit bu sözümü tasdik buyururlar, sanırım. Hiç değilse öyle umarım.


Kurretülaynim ne gözlerdir bu âli gözlerin
Lâl eder her lahze her sahib-i makalı gözlerin

diyordu. Birçok telmizler:

Dembedem ah, initaf ettikçe lâl eyler beni
Nur-u didem, bak ne hâlettir, o âli gözlerin

diye nazireler yapıyorlardı ve asla sirkatla itham olunmuyorlardı. Necai evvelâ TARİK" gazetesinde Ahmet Mithat Efendiye uzun bulundu. uzadiye, lâkin ihtiramkârane, edibane mukabelelerde Yalnız mesleğini müdafaa eyledi, Efendinin şahsına, kalemine fevkelâde hürmet gösterdi, hiç bir eserini tenkid etmedi. Sonra TARİKi bıraktı, Abdülkerim Sabit Beyle beraber İMDAT-ÜL-İMM DAT1 tesis eyledi, o vasıta ile neşr-i asar ve eş'arda devam etti.

Tepeden nasıl iniyor bakın
Şu kızın nişanlısı şanlıdır
Yaradan nazardan esirgesin,
Koca dağ gibi delikanlıdır.

kit'asiyle başlayan:

Ne darıldın Ahmed'in oynaşı
Darılır mı adama kardeşi
Sana benziyor şu dağın başı
Ne zaman bakılsa dumanlıdır.

bediasını ihtiva eden Köylü Kızlarının Şarkısı'nı o mecmua-yı mevkutede neşreyledi. Letafet-i mana bir tarafa dursun, fakat lafz itibariyle türkçemiz safvet ve safiyetin bu mertebesini nadiren ihraz eylemiştir. İşte Türklüğü candan, ruhdan sevenlerin meşk-i tetebbü ittihaz edecekleri lisan itikadımızca bu lisandır, bu lisan ki samimîdir, safdır, fakat sahihdir, kavaid-i sarf ve nahva, bedi ve beyana harfiyen mutabıktır. Naci'nin:

Dehat-1 ruma derim gösterip şu nazm-1 bedii
Bu şive üzere kimin haddidir beyan-1 maani

tefahur-u marufunu ihtiva eden gazeli de yine İMDAD-ÜL-MİDAD'da neşrolundu. Bu mecmua Ekrem Bey'e hemen her nüshada bir vesile bularak hücum eyliyordu. O sıralarda Naci Efendi SAADET gazetesinin riyaset-i edebiyesini de deruhte eylemişti. TERCÜMAN-I HAKİKAT'taki mastaba-yı şiir ve şüerayı lakin daha sönük bir derecede ortaya nakletmişti. Biz de gazellerimizi, nazirelerimizi bu sefer o cerideye gönderiyorduk.


Naci bir gazel-i marufunda:

Hemdem-i derd-i aşina yok, şevk-i hamuşu güdaz,
Söyle, Naci, kıssa-yı dilsuz-u aşkı sen sana

demişti. Ben bu gazele söylediğim bir nazirede:

Vakf-ı guş ettin seraser, söyle ey münci-yi dehr!
Olmasın zinhar mani ta'ne-yi düşman sana.

dedim, Ahmet Mithat'ın iltifatına rağmen Naciperest kaldığımı gösterdim. Tabiî Muallim bu hareketimden memnun oldu; SAADET'te neşrolunan bir manzumenin altına şu kıt'ayı yazdı:

Tahsil le say edersen,
Şayeste-yi aferin olursun,
Rahında devam edip gidersen,
Fahr-1 âver-i nâzımın olursun.

Fakat bu esnalarda Naci ve Ekrem cidal-1 edebîsi pek kızışmıştı, hatta hudud-u edebi bile aşmağa başlamıştı. Menemenlizade Tahir Bey iptidaları Naci telmizlerinden idi, hatta şiirlerini toplayarak bir mecmua şeklinde neşredeceği vakit Muallim ona ilhan unvanını bulmuş, vermişti. Lakin Tahir Bey sonraları büsbütün Ekrem Beye bağlantı, tarafdar kesildi. Üstad Ekrem de Takdir-i İlhan 68 diye bir risale-yi intikadiye neşr eyledi. Bu risale İlhan'ı takdir vesilesiyle edebiyata dair bir çok tasvirlerden, tasavvurlardan, tefekkürlerden mürekkep idi. Ayni zamanda ise kısmen nareva Naci'nin şahsına da, mesleğine de kısmen reva, muhacemeleri havi idi. Öyle olduğu için saha-yı matbuatta birden bire top gibi patladı, Muallim'i de, Muallim'in tarafdarlarını da az çok zedeledi.

Takdir-i İlhan'a karşı Naci küplere bindi. «Zemzemeye demdeme» diye Üstad Ekrem'in aleyhine SAADET'te yürümeğe, fakat pek dürüstane, pek insafsızca, hatta bazen pek bayağı yürüAli Ferruh'un pederi meğe başladı. Evvelâ bildiklerinden birinin Reşar Paşa'nın «zemzeme» yi «gidgıdak» diye tavsif eylediğini bir fıkra tarzında hikâye eyledi:


Haşa diyemem Nuh'a kadar hep
Avaza-yi gidgidakdır hep

dedi. Arif Hikmet Beyin:

Değil muvafik-1 adap «nağme-yi seherin»
Nedir «bu zemzeme» zaptet dehanın, ey bülbül

tezyif-i marufunu anlattı. Hersekli Arif Hikmet Beyler, Avni Beyler, Urfa mutasarrıfı Celal Beyler, İskenderli Süleyman Salim Beyler70, hulasa bütün o vadi-yi kadim şairleri Ekrem'i sevmezlerdi, Naci'ye tarafdar idiler, iltifat gösterirlerdi.

Üstad Ekrem «Zemzeme»de bir şiirinde:

Vahdette duyarsam sizi bizar ölürüm ben
Zira ikiliktir çıkar vahdetinizden

demişti. Muallim bu beyti «Demdeme» de şiddetle muahaze eyliyor, münafi-yi ahlâk addediyor, Ekrem Bey'i ahlâksızlıkla ithama kadar varıyordu.

Hasanım etme iba Ali aba hak için
Sana ben haylı zaman oldu abayı yakalı

gibi beytlerin kaili için şiirde ahlâk aramağa kalkışmak pek garip idi. Fazla olarak yine ayni Naci Efendi ayni «Demdeme»>de Urfa mutasarrıfı meşhur Celal Beyin Üstad Ekrem'e hicviye tarzında müzeyyifâne bir naziresini yazıyordu. O sözler mazallah öyle biedebane idi ki gazete sütununa geçmek şöyle dursun, herhangi bir meclisde olursa olsun, ağıza alınamazdı. İş bu dereceyi bulunca, Matbuat Müdüriyeti «Demdeme»> nin devam-ı neşrini men eyledi. Fakat o cidal yine başka başka kisvelerde, zeminlerde sürdü.

(7)

Ekrem Bey o devr-i edebe göre hakikaten bir üstad idi, edebiyatı Naci'den daha ziyade bir ihata ile anlıyor, bahusus anlatıyor, tedris ediyordu. Nağme-yi Seher'le vadi-yi kadimde temeyyüz eylemişti. Fakat «Zemzeme»leriyle yeni tarzda âdeta parlıyordu, hal ve kalile bir naziklik, bir fikir-i teceddüd gösteriyordu. Talim-i edebiyat huceste bir kitap idi. O nokta-yı nazardan edebiyatımıza küşayiş veriyordu. Evet noksanlardan azade değildi ve olamazdı.


Evet, Süleyman Paşanın Mebani-el-inşa'sından sonra gelmişdi. Evet, garbe nisbeten pek sade bir telif idi. Lakin bizde emsalsiz idi. Açtığı çığır ile, saçdığı fikirlerle, gösterdiği misaller ile emsalsız idi. Üstad Ekrem'in eş'arı gibi tedrisatı, sözleri de güzide idi. Naklettiği fıkralarda daima ufak tefek bir kudret-i fikriye vardı: «Bir kere Fuad Paşa merhum erkân-ı memurinden Bab-1 Âli'de bir encümen teşkil eyler, bir mekteb-i âlinin tesisini bu encümende mevki-i müzakereye koyar. Azadan biri Paşaya o mektepten şehadetname alanlar ne olacaklar diye sorar. O da:

  • Adam olacaklar cevabını verir.

Herif

  • Evet, Efendim, adam olacaklar, belli. Lakin nereye tayin olacaklardır, ne olacaklardır?

diye sualini tekrar eder. Paşa kemal-i mehabetle yine sadece:

  • Adam olacaklardır,

der. Bu mehib cevab metin bir sesle üç def'a tekerrür edince meclisi bir sükût istilâ eder. Bütün aza-yı encümen o iki kelimenin ihtiva eylediği mana-yı bülendi takdir eylerler, mektepten maksud sırf hükümet memuru yetiştirmek olmadığını anlarlar.>>

Ekrem Bey o nevşüküfte fikirlerle müstesna bir gıda veren böyle fıkraları derslerinde vakur, müessir bir eda ile nakleylerdi, bizi düşündürürdü. Galiba son Zemzeme'nin o beliğ, o muciz mukaddemesinde bu üstad-1 edep der ki: En güzel sözler, insanı en çok düşündürenlerdir. Bizce de en mükemmel hoca talebeyi düşünmeğe sevkedenlerdir. Ekrem Bey de o hocaların serfirazı idi. Hamid'in:

Ekrem ki asrımızda Üstad-1 muktedadır.
Ders olmasın mı bir söz, ondan olunca sadır

demekte hakkı vardı, çünkü hakikat öyle idi, hakikatın öyle olduğuna o sütude siret hocanın o münimane tedrisatından istifade eyleyen biz telmizler âdilane şehadet ederiz.

Üstad Ekrem'in fikrinde böyle revnak, fakat o saika ile uslubunda, şiiren ve nesiren tarz-ı beyanında başka nezahet vardı. Gerek Naci, gerek Naci tarafdarları o nezaheti müdrik değillerdi. O üstadın yalnız arabî ve farisîdeki ittila-ı mahdudunu görüyorlar, tenkide bir vesile sayıyorlardı.


Mamafih arabcada, acemcede Naci mertebesine varmasa da Ekrem Bey bu lisanlara türkçeye lüzumu olduğu kadar vakıf idi. Hatta şiirde ve nesirde elfazca servet ve metanet itibariyle o kudemaperestlerin pişvalarından bile geri kalmazdı. Fakat tarz-1 cedidde onlara külli tefevvuk ederdi.

Ekrem Bey Namık Kemal'a bir üstad-ı azam nazariyle bakardi, secde ederdi. Ettiğini bu telif-i ceyyide yazdığı takriz gibi

Halik levh ve kalem sayini meşkûr etsin

sitayişnamelerde göstermişti, hatta Recaizade'den hiç bir eser almadığı için Cami-i Harabatı Tahrip ve Takipde muaheze etmişdi.

Meclis-i vaslında giryan olduğum mazur tut Bir tabiattır ki kalmış gamım zamanından bana

bey-i munisinin muhteviyatı Harabat'tan çoğuna müreccah olduğunu iddia eylemişti.

Hak-el-insaf düşünülürse Ekrem Beyin bu faziletlerini inkâr eylemek Naci için zül idi, sırf garaz ve hased eseri idi. Zaten iptidadan beri Nağme-yi Seher'in o onsekiz yaşındaki naşid-i nezihi bir yandan Namık Kemal'ın mazhar-1 teveccühü, lakin bir yandan da Arif Hikmet'lere varıncaya kadar şuera-yı asrın mahsudu olmuşdu. İşte Şerare nazımı da çok geçmeden o zümreye iltihak eyledi, hasbelmeslek de öyle icap ettirdi.

Ekrem'in «Hasbihal» unvaniyle «Ey bülbül» redifli meşhur bir gazeli vardır ki birinci Zemzemede münderiçtir:

Garipser işiten destanın, ey bülbül
Gariptir o kadar hal ve şanın, ey bülbül

matlaı ile başlar, zamanın küçük büyük bir çok şairleri, hatta Hamid bile:

Alelsabah ne hoşdur ezanın

beytini ihtiva eden nazireyi söyler.

Çimende sun-u hakkı gerçi her varak söyler
Beliğdir senin amma beyanın, ey bülbül

beyt-i nakisedarı Münif Paşa merhumun naziresindendir. İşte bu gazele telmihandır ki Yenişehirli Avni Bey:

Değil muvafik-1 âdap nağme-yi seherin
Nedir bu zemzeme zapt et dehanın, ey bülbül

diye Üstad Ekrem'i hicv etmek istemiştir.


Bütün bu eski vâdi mürevviçleri Talim-i Edebiyat müellifini sevmezlerdi. Naci de onlara pek insafsızcasına iltihak etmişti. Filhakika Ekrem'in şiirlerinde bilfarz bir Avni'deki, bir Arif Hikmet'teki, bir İskofçalı'daki insicam-1 kelam, metanet-i elfaz yokdu. Hatta bazen lafzî kusurlar bile vardı. Lakin manada rikkat, rikkat-1 hissiyat, letafet, cazibe itibariyle vadi-yi kadimin o bülend mertebe üstadları bile bu tarz-1 cedid mualliminin ka'bına varamazlardı. Sirf bu nokta-yı nazardan:

Gölümde olmasa kara sevda-yı vasl-ı yar
Neydi işim içinde şu derya-yı zülmetin?
Bir kerecik daha görün, nur-u çeşmim can!
Öldürdü hasretin beni öldürdü hasretin

bedialarını ihtiva eden Yakacık'da bir Mezarlık Alemi bir neşidenin emsalini divanlarımızda pek bulamayız.

Fakat hakikatı söylemek lazım ise Ekrem Bey de Naci'ye karşi insafsız idi. İlk önce insaf ile davranmış, Muallimin o latif gazeli marufunu tahmis etmişti, Feryad gibi, Kuzu gibi bazı hoş, selis manzumelerini Talim-i Edebiyata almıştı, kadirşinaslık göstermişti. Lakin sonra birden bire biçarenin aleyhine dönmüştü. Müthiş bir hasm-1 edebi, hatta hasm-ı canı oldu.

Bir gün Mekteb-i Mülkiyede derste Ekrem Bey bana Ziya Paşanın Tercibendinden:

Bu kârgâh sun-u acip dershanedir
Her nakış bir kitab-ı ledünden nişanedir

beytiyle başlayan parçayı tahtaya yazdırdı. Yazdırdıkça her beyti ayrı ayrı bütün talebeye hitaben izah etti.

Sonra:

Ol zerre-yi cismiyeyi fanus-u şuadar
Olmuş muhit-i tuve bi tuve nesim-i pâk

mısraına gelince, «tuve bi tuve» tabirini «çepeçevre», eliyle tarif ederekden tercüme eyledi. Halbuki «tuve» lugatta yığın, küme demekti..

İçimizde ciddi arapça bilenler vardı. Onlardan biri olsa gerek, yemez, içmez gider, Ekrem Beyin hatasını Naci'ye yetiştirir. O mübarek de İMDAT-ÜL-İMDAT'ta bu vak'ayı bir fıkra tarzında müstehziyane ve müzeyyifane hikâye eyler, cihana anlatır, ifşa eder, hatta nihayette:

Başına ebna-yı cinsin bak neler gelmiş neler?
Tuve tuve basdığı topraklar insandır bütün

beyt-i meşhurunu irat eyler.


Fakat Üstad Ekrem de bu ifşaatı görür görmez küplere biner, o kadar ki o hafta derse geldiği vakit âdeta ateş püskürdü, Naci için söylemediği bırakmadi, bizi bile kasdı kavurdu, bu münafikliği edeni hakaretlere boğdu. Hepimize gayetle dürüştane muamele etti. Hadiseyi anlatırken: «Tahtaya da işte bu adam yazmıştı.» diye beni unf ile gösterdi. Ekrem Bey tab'an hadid-el-mizaç idi. Naci'den bahsederken bu hiddet-i mizacı son dereceye vardırıyordu. Her hususî mülakatımızda ise bize daima o bahsi açıyordu. Bir bayram günü tebrik için İstinye'ye, yalısına gittikdi. Üstad bizi bermutad nüvazişle kabul eyledi. Bizimle konuşurken Tefekkürde73:

Vicdan nedimi, munis-i can, hemdem-i fuad

diye tarif eylediği o mini mini Nijad geldi. Nijad kapıdan içeri girince o peder-i müşfikin simasında birden bire lemalar uçuşmağa başladı. Br köşede öbür dilsiz, anadan doğma eble oğlu melûl melûl oturuyordu, Ekrem Bey ona bakmıyordu. Hep Nijad ile uğraşıyor, bize Nijad'ın şetaretlerinden bahsediyordu. Nihayet bir müddetcik sonra çocuk çekildi, gitti. Zavallı Nijad, daha o zaman, öyle küçücük iken şiddet-i zekâsiyle parlıyordu. Bilmem ne münasebetle yine bu ziyaretimizde Üstad Ekrem Muallim Naci'den bahis açtı, şu sözleri söyledi: «Deminden beri anlatıyordu. Bu sarhoş, bu mağşuş herif geçen gün neşreylediği bir hezeyannamede kendi kendine:

Ey dahiye, sen şimdilik ol sabir-i zillet!
Heykel dikecek sonra senin namına millet!

diyormuş. Bu millet böyle bir mağşuşa heykel dikmeğe tenezzül edecek ise vay halimize! Fakat mesele o değil. Bu sersemin enaniyeti, hub-i nefsi ne dereceye kadar varıyor, görmeli. Teessüf olunur ki hâlâ edebiyat diye matbuatımızda böyle hezeyanı görüyor ve buluyoruz.»

Ekrem Bey böylece Naci'den hırsını, hiddetini aldıktan sonra dayanamadım, dedim ki:

«Fakat Efendimiz, o beyti size yanlış anlatmışlar. Naci Efendi o hitabı nefsine değil, Kristof Kolomb'a tevcih ediyor, o heykelin de o nam-i muazzama rekz olunacağını bildiriyor. Ahiren İrca-i nazar unvaniyle bir silsile-yi eş'ar neşreylemeğe başladı.

Tarih temaşa ki erbab-i nazardır,
Her safhası ayna-yı etvar-ı beşerdir diyor,

safahat-ı tarihiyeyi ceste ceste nazme sokuyor. Zikrettiğiniz beyit de o safhalardan Kristof Kolomb'u tasvir eyleyen kısımdandır.»


İşte Ekrem Bey Naci'yi bu derece sevmez, hatta zerre kadar takdir etmez olmuştu.

Naci necata ermedi. Daha sin-i kemâl'de cihandan geçti gitti.. Fakat Ekrem yine o zavallıya kinini fırsat düştükçe gösterdi. Bir gün Hamid'le Babıâli caddesinden geçerken bir kitapcının camekânında Naci'nin resmini görürler. «Zemzeme»> naşidi bermutad söylenir. Hamid o melekâne hasletiyle: «Canım neye aleyhinde söylüyorsun? Adamcağız öldü, gitti.» der, fakat Ekrem: «Öldü mü? Doğmadı ki ölsün» diye tezyifinde devam eyler.

O devirde az, çok meziyet gösteren gençler hep Üstad Ekrem'e tarafdar idiler, çünkü böyleleri ya Mekteb-i Mülkiyeden, ya Mekteb-i Sultaniyeden yetişiyorlardı. O mekteplerin ise en huceste bir rüknü de Üstad idi.

Naci ve Ekrem münakaşaları gitgide her vadi-yi efkârı ihata eyledi, irtica ile terakkinin cidal-1 ezelisine benzedi. Tarz-ı kadim kudema tarafdarları hep Naci'nin etrafına toplandılar. Ekrem'i iltizam eyliyenler de gençler, genç fikirliler oldular.

Zavallı Naci Üstad Ekrem'e husumetinden, ihtimaldir, meyl-i hakikîsine rağmen, edebiyatta yavaş yavaş mürteciane muhafazakâr oldu. Hamid'i hiç beğenmemeğe cesaret etti, Kemal'e bile arasıra itirazdan geri kalmadı, SAADET gazetesinde bu husumetlerini muttasil izhar eyledi, durdu. Her fırsatta o üdeba-yı azama çocukcasına hücum eder, dururdu. Meselâ:

Meal-i nazm ve nesir anlaşılmaz bir muammadır
Müceddid şairin tarz-ı beyanı sadedir sözde

derdi. Bazen de

Divanece sözler mi demektir, edebiyat!
Asar-ı terakki diyoruz. Biz buna heyhat!

diye:


EDEBİYAT SAHNESİNDEN SİMALAR

Baba Tahir

(Taha Toros arşivinden)

Beşir Fuat

(Taha Toros arşivinden)


Tevfik Nevzat

(Taha Toros arşivinden)

Şeyh Vasfi

(Taha Toros arşivinden)

Asır Kütüphanesi (Taha Toros arşivinden)


Tahsin Nahid

(Taha Toros arşivinden )

Muallim Naci

(Taha Toros arşivinden)


«Hemen bir ol kadar vardır ki mevzun ve mukaffadır» medluluna musadak olur sözler söylerdi. Güya Divaneliklerim nazım-ı muazzamını çürütürdü. Hakikatta Hamid'in edeben mevkii o mertebe büyük idi ki bütün o taşlar payına bile ermiyordu. Muallim Naci bir kere Ekrem Beyi sevmediği için Hamid'i sevmezdi. Bir de, hakikatı söylemeliyiz, Hamid'in o tarz-ı bülend beyanını pek anlamazdı, muğlak bulurdu. Fikren basit olmakla beraber gayet vuzuha meyyal idi. O kadar ki öyle vazıh yazı yazan, şiir söyleyen bizde nevadirdendir, denilebilir.

Bayramda bir nizamına koydum ki hanemi
Yaran görünce bir yeni meyhane sandılar

Bir söz ki Muallimin pek hoşuna gitmiş olsa da asla şiir sayılamaz. Yabancı bir nazımdır. Fakat ne mertebe vazıhtır. Sarfen, nahven, veznen, hasılı fesahaten ne derece doğrudur. En küçük bir ayıptan bile münezzehdir. Bu derece müptela-yı vuzuh bir ferd bazen yüksek şevahik-i efkârı bile alçaklarda bırakan Makber müellifini anlamazsa mazur değil midir? SAADET'in başmuharrir-i edebîsi her nüshada birer năm 1 müstear ile Ekrem Beye ve Ekrem Beyin taraftarlarma hücum ederdi, dururdu. Bu muhacemelerin içinde bazı hakikata temas eden cihetler vardı. Fakat onlar da sırf elfaza ait idi, fikre hiç taalluk eylemezdi.

Meselâ Ekrem Beyin yine bir bülbül manzumesinde:

Bilaaram onun için naleye ikdam eder bülbül

demişti. Naci «bilaaram» terkibine bihakkın itiraz eyledi. Çünkü aram lafzı farısî olduğu için bilâ gibi arabî bir edat ile imtizaç edemezdi. Fakat kelime farisî olaydı arabî bir edata rapt olunabilirdi. «Nakâfi» terkibi doğrudur. Namık Kemal'ın o meşhur «Matbu-el-indami gibi Ekrem'in de böyle ufak tefek müsamahayı lafziyeleri o zaman göze batardı, büyük bir kusur sayılırdı. Fakat fesahatca devr-i inhitatımız başlıyalı Nazif gibi, Cenap gibi doğru yazı yazanlarımız o derece parmakla gösterilir ki böyle müsamahaları soranlar, arayanlar kalmadı.

İşte Ekrem'le bu ihtilaf, bu muhaseme Naci Efendiye bir, hatta iki, üç zürriyet-i edebiyeyi hasım etti. Çünkü bu gün bile Naci'ye adavet bazı gençlerimizde şiddetle mevcuttur. O adavetin en birinci saiki ise ayni sebepdir. Vaktiyle Ekrem Bey ve Ekrem Beyin tarafdarları Şerare müellifini nasıl muaheze ediyorlardı ise şimdiki şitab-ı edepde yakın vakte kadar öyle yapıyorlar, sarhoşluğundan tutturarak bilmem hangi zilletine kadar biçare adamın tutulur yerini bırakmıyorlardı.


Hakikatta Naci Efendi o tahkirlere, tezlillere hiç müstehak değildi. Evvelemirde büyük bir lisan muallimi idi. Araptan, acemden aldığımız kelimelerin hem menşe'en aslilerini, hem de lisanımızca mevki-i istimallerini rana biliyordu. Yazarken çoğumuzun yaptığımız galatlardan münezzeh, son derece münezzeh idi. Bilfarz hiç bir zaman «ya» ile «hakaik, netayiç» yazmazdı. Lakin hemze ile «hakaik, netayiç» yazardı. Yalnız nihayette ayın olursa hemzeyi yaya kalbederdi, fecayi, vakayi gibi.

Yine meselâ «işgal» fiilini cemadat için kullanmazdı. Bir yer, bir mevki değil, bir insan işgal olunur, derdi. Daha böyle bir çok dekaik-i lisaniyeye vakıf idi, hatta türkçe kelimelerde bile o dikkati gösterirdi. Meselâ «başlamazdan, gitmezden» yerine «başlamadan, gitmeden» suret-i sahihesini kullanırdı, çünkü «den» edatı fiillere ilave olunamaz, ancak masdarlara olunur.

Mamafih çoğumuz lisanen bu hataları hâlâ ihtiyar eyliyoruz, çünkü Naci'yi sevmiyor, okumuyor, dinlemiyoruz. Velev doğru söylese de Naci'ye zid gitmeği bir şeref biliyoruz. Meselâ inadımıza «başlamazdan evvel» yazar, «sehl» yerine «sehil» der, «şöhret-i sehil» gibi terkipler yaparız. Hakikatta kimseye değil, kendimize, lisanımıza fenalık ediyoruz.

Arabî ve farisî yerine mümkün olduğu kadar, kudret-i ifadeyi, ahengi, insicami bozmadan türkçe kelimeler kullanmak bugün lisanca belli başlı endişelerimizdendir. Keza kısa kısa cümlelerle, açık seçik sözlerle beyan-1 meram etmeği beğenmeye başladık. Fakat hatırlıyor muyuz ki lisanımızda bu iki tarzın da hemen hemen mucidi o zavallı Naci'dir. Naci ki Yazmış Bulundum, Ömrün Çocukluğu gibi unvanlarından da anlaşılır her nokta-yı nazardan sırf tükçe yazılmış, düşünülmüş eserleriyle bu usulu ortaya koydu, hatta bazen nazminde bile bu teceddüdü gösterdi:

Diyorlar ki derdin ne? Birdir, cevabım
Ulu Cenabım, Ulu Cenabım

Ne muhtasar cümleler. Muhtasar olmakla beraber ne derece türkçe:

Şu mes'ud kimdir? dedin. İşte yazdım
Bu yüzden de var seni, açılsın nikabım


Biz bu mertebe sade, kolayca anlaşılır türkçeyi hece vezniyle şiir yazanlarımızda bile göremedik. Köylü Kızlarının Şarkısı elbette hatırlardadır:

Tepeden nasıl iniyor bakın!
Şu kızın nişanlısı şanlıdır
Yaradan nazardan esirgesin
Koca dağ gibi delikanlıdır

Kelimeler sırf türkçe, ya büsbütün türkçeleşmiş! Mütefail, mütefailin beheri ise âdeta hece veznini andırmıyor mu?

Fese bak fese! Ne kadar da al!
Ne de hoş belindeki morlu şal
Demedim ya, ben sana bak ve kal
O kadar da bakma, ziyanlıdır

Yalnız kelimeler değil, mana, ifade, terkipler bile türkçedir: demedim ya, ziyanlıdır, bak da kal gibi, âdeta meşhur Vasıf'ı an dırır:

Ne kırarsın ikide birde benim hatırımı?
Gönül, ey tifl-ı ziyankâr oyuncak değil â

gibi. Lisanımızın bir cihetce feyzi bu vadide idi, bu vadi ki ne şairlerimizce, ne nasirlerimizce son devre gelinceye kadar takdir olunmadı. Hasılı Naci'nin bir meziyeti de bu idi ki türkçeye bir ehemmiyet vermekle beraber arabî ve farsîde, dedikleri gibi, yed-i tûlâ sahibi idi. Hususiyle lisanımızın o iki ana lisaniyle münasebetlerini uzunuzadiya takdir eylemişti. Mecmua-yı Muallim bu nokta-yı nazardan bir hazinedir. Muallimi tetebbü-ü ciddî edenler türkçenin bir çok vesaikine vakıf olurlardı.

Lisan itibariyle böyle. Fakat şairlikce de Naci öyle yabana atılamazdı. Şerare'nin bir çok gazelleri harikulâdedir. Ateşpare'nin bazı manzumelerini ise Üstad Ekrem bile takdir eylemiş, Talim-i Edebiyat'a nümune olarak almıştı. Eş'ar-1 Naci bir enmuzec-i fesahattır. Bu derece müşkülpesendane bir tarz-ı beyan şairlerimizden pek mahdud kısmına müyesser olmuşdur. O şiirlerde hata-yı lafzî bulmak güçtür. Lakin lafzen, hatta ma'nen, bir çok bedialara tesadüf eylemek kolaydır. Meselâ yine Üstad Ekrem'in tahmis eylediği gazel gibi

Kararyab olamam gerçi mest-i serşarım,
Hased orundaki asudedir mezarında!

beyt-i metini icaz mertebesine varmıyor mu? Şerare ekseriyetle bu mertebede sözleri muhtevidir. Bu sözler ki türkçedir, Türk şivesiyledir. Hem de en son, en munis en latif Türk şivesiyledir. Bugün en güzel şiirlerimizi söylesek, bu şive ile söyleyebiliriz.


Yine Şerare'den:

Atılma, dur, suhen ehl'i hali anlamadan!
Cevaba etme tasaddi suali anlamadan!

matlağı ile başlayan gazel-i marufu ki lafzen de, manen de pek sadedir. Fakat ne hoş, ne fasih bir türkçedir, lisanımızın arapça ve acemce ile aheng-i imtizacını ne beliğ bir tarzda gösterir! Ateşpare de bu mehasin itibariyle Şerare'den aşağı kalmaz:

Düştüm sukut-u berk hezanyollu rahına
Bir kere bak, şu muntazır nazara hahına
Demez miyim? Bu halim ile bir nikâhına?
Bakmak günah mı ruy-u melahatpenahina?
Üftade bir piyadeyim ey şehsüvar!.. dur!

kıt'asının kudret ve insicam-ı elfazını kaç şiirimizde bulabiliriz?

İşte lisan muallimliği, şairlik itibariyle böyle, fakat fikirce de Naci Efendi öyle geri değildi, hele asla irtica ile mahkûm edilemezdi. Yukarıda hikâye ettiğimiz gibi Ekrem Bey'in beğenmediği o «Ircağı Nazar» manzumeleri bile Muallim'in fikren, hatta siyaseten pek müterakki olduğuna delalet eyler:

Bir köşede mahkûm ediyor daveri daver!
Bir köşede mağdum ediyor daveri daver!
Bir kavim oluyor yari-yi tâlile cihangir
Bir kavim ediyor sonra onun mülkünü teshir
Bir firka eder münkariz olduk diye feryad!
Bir firka o feryadı işittikçe olur şad!
Biz mezheme hakdır diye bin sadedil uymuş,
Bilmez ne imiş aslı, fakat namını duymuş!
Olmakla hilafında onun mezheb-i diğer
Olmuş tarafeynin işi kan dökmeğe müncer
Yok şüphe ki her müntesib-i meslek-i mevhum
Evhama uyar «istemezük» vak'ası malûm
Manasıza manalı der eshab-1 taassup
Haksız çıkarır haklıyı erbab-1 taagllüp
Vermez mi bu dilsuz menazır sana rikkat?
Meydana niçin çıkmadın? Ey mihr-i hakikat?


Nazm-ı mütefekkiranesini öyle bir devirde yazmak, bahusus neşredebilmek bir fazilet değil midir? Sultan Murad'ın baht-1 siyahı dillerde destan iken kardeşi kardeşin ma'dum ettiğinden bahs eylemek bir celâdet-i addolunamaz mı?

Bu manzume'den «Kristof Kolomb»a ait beyitler bile Ekrem Bey'in hoşuna gitmemiş olsa da divanlarımızda o zamana kadar görülmeyen terakkiperverane sözlerdendir:

Bir dahiye bir âlem eder âleme ihsan
Cani gibi zincire vururlar onu dunan

Ey dahiye, sen şimdilik ol sabır-1 zillet
Heykel dikecek, sonra senin namına millet

Olsun o, cihan, bulduğu gencineyi kapsın
İnsaf edin, adam kuru bir namı ne yapsın?

Lafız itibariyle bu şiirler o kadar parlak değil, fakat fikren takdire şayandır. Naci cidden mutaki idi, öyle olduğu için bilhassa «tevhid»lerde, «na't»larda harikulâde bir mertebeye irtika ederdi. Meselâ yine Irca-1 Nazar'da Hatemül'enbiya Efendimiz için şu kıt'a-ı gerrayı söylemişti:

Başlar lemean etmeğe bir neyyir-i irfan
Her lahze-yi evan gözetir şebpare-yi tabaan
Adasının alçaklığı ettikçe tevali
Eyler o ziya küster afak-1 teali
Berk vurdu cemalinden evami-yi yetimin
En şaaşalı feyzi hudavend-i hekimin
Bir ders-i edep verdi ki eshab-ı zekâya
Hayret verir asari füsul-ü hükemaya
Bir nur-u mübeyyindir ki bu tabişki envar
Bir mislini olsun edemez tâ ebed izhar
Hem sureti hem sireti olmakla mükemmel,
Şayeste görülmüştü ona paye-yi evvel
Fahretmelisin, ey şeref-i namütenahi
Zira sana mazhardır o mahbub-u ilahî

Kudret-i elfazda bu mertebe-yi garayı o zaman şairlerimizin pek azı ihraz eylemişti.


O esnada hakan-ı sabıkın cinnetinden pek ziyade bahs olunurdu. Yıldız'ın mecnunane halleri, hareketleri alttan alta her tarafta söylenirdi. Öyle iken bir gün TAAVÜN-Ü AKLAM¹ª risalesinde yine bu Irca-1 Nazar'dan şu beyitleri okuduk:

Layık mı ki Sultan-ı Cihanım diyen insan?
Her tavrı ile cinnetini eylesin ilân?
İğrep bu ki ikbal ile bir âmir-i mecnun
Milyonlar ile halka eder emrini kanun
İnsan niçin etmelidir cinnete minnet?
Dinimizi bu surette olan minnete cinnet?
Cevelanger-i sahra-yı cünun bendesi, şahı
Dünyaya seza dense cünun tecrübegâhı

Bu telmihli sözleri mektepte çoğumuz derhal hifz eyledik, vird-i ziban eder dururduk, teşeffi-i sadr ederdik. Fikrimizce bu suretle o irade-yi müstebideden intikam alıyorduk. Naci'yi bu şiirleri o maksad ile söylemiş addederek takdir eyliyorduk.

Zaten ondan evvel Abdülhak Hamid Bey:

Saray erkânını baştan başa zincire vursunlar,
Esaretten vatan mecnunu azad lazımsa

demişti, bizi çok sevindirmiş, düşündürmüştü. Mamafih tarz-1 cedid edep tarafdarı geçinenler genç, ihtiyar kâmilen Naci'nin bu meziyetlerini hiç takdir etmediler, her fırsatta insafsızcasına aleyhine yürüdüler, zavallı adamı fevkelhad kızdırarak edebiyat-1 cedideye, üdebayı cedideye de düşman ettiler.

Naci bir gün Mustafa Reşid'e yine böyle bir sebepten dolayı ateş püskürüyordu. O kadar ki şu kıt'ayı yazdı, SAADET gazetesinde «...»e yani Envar-ı Zekâ muharririne diye neşreyledi:

Ne anlarsın, ne istifham edersin anlayanlardan?
Acep nakabil-i har-1 şivesin, mahluk-u âhirsin!
Beni tahkir eder her kavl ve fiiliyle diyormuşsun!
Seni tahkire hacet var mıdır? Zaten muhakkarsın!

O zaman Ekrem ve Naci tarafdarları lafız ve mana mücadelesine tutuşdulardı. Menemenlizade Tahir Bey başda olduğu halde Üstad Ekrem'in telmizleri elfaza o kadar ehemmiyet vermemek, hin-i hacette lafzı manaya kurban etmek fikrinde idiler, öyle de yapıyorlardı.

Ekrem Bey Kemal'da ve Hamid'de gördüğü bu nev'i lafz ku surlarina «nakais-i ulviye» tabirini vermişti, artık her müntesib-i edep lafzca müsamahalarını öyle tevil ediyor, gidiyordu.


Naci ise, esasen müşkülpesent olduğu için bu hale hiddet eyliyordu. Bu hiddetini bermutad Irca-ı Nazar'da bir kere şöyle ibraz eylemişti:

Elfaz mana için ayna-yı şandır,
Elfaza bakılmaz mı diyorlar? Hezeyandır.
Bir sanihanın olması hakkiyle mübeccel
Olmakla olur sebk ve müeddası mükemmel
Derler sana bir fırka-yı ediban-1 sebkser:
«Icaz budur, bak ne demiş şair-i ekber:
«Ulviyeti seyr et. Buna uslub-u muşaşa!
«Olmuş mu desem ebr-i şafak bir kıza burku
«Monşer! Buna denmez mi «Jeni» etmeli insaf?
«Hodşid ile hemşaşaa, mehtab kadar saf!
«Pardon! Size arzeylediğim sehv-i lisandır.
«Dersem ki hata eylemedim bunda yalandır
«Mehtap kadar saf demek böyle beyana.
«Fikrimce olur doğrusu pek sadedilane.
Sen dinlediğin anda şu muzhek kelimatı
Başlarsın aba etmeğe bir menheç-i âti!
«Elfazına baksam bu sözün kaidesizdir
«Manasına baksam o dahi faydasızdır.
«Uslub-u frengâne deyip halt-1 kelama
«Yazmakla ne olmuş bir iki mağlataname
«Uslubumuzu mahvediyor Avrupa derdi
Bir Avrupalı görse bu ahvali gülerdi
«Eblehcesine tâbi tavr-ı diğeranız
«İrfan sanırız humku, acep bihaberanız
«Uslub-u cedidi bilirim şivesi şeydir
«İfadesi meynuş ise de düşman mıdır
«Lafzında galat çokca ise tarz-1 nevindir
«Manası dahi yoksa var â seher-i mübeyyindir
«Divanece sözler mi demektir edebiyat
«Asar-1 türkî diyoruz biz buna heyhat»
Sen her ne desen onlar ederler yine israr
Artık o zaman başlamalı gülmeğe naçar.


(8)

İşte böylece Ekrem, Naci, Zemzeme, Demdeme, TERCÜMAN-I HAKİKAT, SAADET derken biz de bir şair bir edip olduk, meydana atıldık. Zahiren Mekteb-i Mülkiye'nin üçüncü senesinde idik, hakikatta ördek suda yaşar gibi âlem-i matbuatta yaşıyorduk. Her gün bütün gazeteleri, mecmua-yı mevkuteleri derslerimizden evvel, daha mükemmel okuyorduk. Perşembeleri ise mektepten çıkar çıkmaz doğru Babıâli caddesinde, kitapçı dükkânlarında soluğu alıyorduk.

O zaman en meşhur kitaphane sahipleri Aragel Efendi ile Karabet ve Kasbar, bir de Kirkor ve Ohannes Efendiler75 idiler. Asır ve Vatan kitaphaneleri bu son iki kardeşin idi. Biz en ziyade onlara giderdik, çünkü onlar bize hürmetle, ehemmiyetle muamele eder, âdeta birer istikbal-1 edep nazariyle bakarlardı. Kirkor pek kadirşinas, Ohannes ise âdeta fedakâr idi.

Bir gün Kirkor Efendi bana dedi ki: «Sizinle bir mecmua-1 mevkute çıkarsak pek mükemmel olur.» Bu söz derhal zihnimde yerleşti. O hafta mektepte arkadaşlarıma bütün bu tasavvurdan bahseyledim. Onların içinde bir İbrahim Fehim vardı ki meslek itibariyle bana pek benzerdi, mektep derslerine az çalışırdı, matbuat ile çok uğraşırdı. Lakin fikren sinine göre müterakki, pek müterakki idi. Arayıcı fişeği gibi aramızda dolaşır, neşr-i efkâr eylerdi. Fakat o fikirler hep ahrarane, hep terakkiperverane, hep o devre göre muzır, pek muzır idi. Fehim'in bir kusuru vardı, o da havaperestliği. Bu saika ile de fıkdan-ı sebatî idi. Zekâsını körleyen, irfanını zedeleyen de o nakise idi.

Fehim ile pek düşer, kalkardık. Tabiatiyle o mecmua-1 mevkute tasavvurunu ona açtım. Bütün masarif-i tabiyeyi Kirkor Efendi'nin ihtiyar edeceğini de söyledim.

Çok geçmedi, onunla müttehiden ruhsat-ı resmiyesini istihsal eyledik.GÜLŞEN750 namiyle gazete şeklinde dört sahifelik bir mecmua-i mevkute çıkardık. İlk nüshaya Fehim mükellef bir mukaddeme yazdı idi. Ben de Sevdiklerim unvaniyle bir manzumemi derç ettimdi. Bu manzumenin şu kıt'alarını arkadaşlarım beğendilerdi:

Dem-i hicr ki ah cananım
Odur ancak enis-i vicdanım
Nağmesiyle sefa bulur canım
Bülbül nalekârı pek severim

Yaşamam ondan ayrılırsam ah
Sadırımdan azizdir billah
Ona can ve cihan feda hergâh
Vatan-1 feyzbarı pek severim


Bu şiirler pek çocukca idi, lakin o zaman böyle safdilane düşünmek bir liyakat, hatta vatan lafzını ağıza alabilmek büyük bir meziyet addolunuyordu. O bir devr-i garib-i istibdad idi.

Sami, Reşit, Hüsamettin, hasılı mektepte eli kalem tutanlar, hele şiir söyleyenler hep GÜLŞEN'e yazı yazarlardı. Hele benim tabiat-ı şairanem o şevk ile cuş-u huruşa gelmişdi, her nüsha için iki, üç manzume yetiştirirdim. Eserlerim hep şiir, hep şiir idi, çünkü başka yazı yazmağa kudretim yokdu, sermayem kâfi değildi, fakat şiir için sade bir kariha kâfi idi. Bazen kariha olmasa ef'ale ve tef'aleye bile vakıf olmak da maksada el verirdi. Ziya Paşa'nın dediği gibi:

Kalmış mı ki söylenmedik söz?
Hiç var mı acep denilmedik söz?

Hep aynı sözler meydanda dolaşıyor, duruyordu. Zaten nazire demek ne idi? Öyle mahdut bir daireye, aynı vezin, aynı redif, ayni kafiye, hatta kelimelerle başka başka fikirler sokabilmek mümkün mü idi? Bilfarz Üstad Ekrem:

Hem bakarsın çeşm-i dikkatle perişan halime
Hem de birahmane say eylersin izmihlalime
Ah, bilsem vakıf-1 hal-1 perişanım

diyordu. Derhal, biz telmizler ona nazire söylüyorduk:

Mümteziç aşkınla ruh-u cavidanem, sevdiğim
Ben de bilmem sen benim canım mı? Cananım mısın?
Ah, aşkın hem beladır, hem sefadir gönlüme
Söyle Allah aşkına derdim mi? Dermanım mısın?

diyorduk. İşte GÜLŞEN her hafta böyle şiirlerimle doluyordu, pek yeknesak oluyordu. Bu hale bir çare ararken bir gün GAYRET" risalesinde bir tevhid nazar-ı dikkatime çarptı. Bu risaleyi Menemenlizade Tahir Bey çıkarıyordu. O tevhidi de yazan o idi. GAYRET o zaman bir rağbet-i fevkelâdeye mazhar idi. GÜLŞEN ona nisbeten hiç idi, çünkü Tahir Bey Namık Kemal ile, Ekrem'le, Hamid'le hususî münasebette, muhaberede idi. Risalesinde bu eazamin eserlerini neşrediyordu. Kemal Bey'in,

Sen öldün cevrine ay dilşiken-i mahzun ben mahzun
Felek gülsün, sevinsin şimdi sen mahzun, ben mahzun
Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi
Yazılsın benim kabrime vatan mahzun ben mahzun

gibi bedayi-i eş'arı da o mecmuada neşrolunmuştu.


O mutlakiyet devrinde bu neşriyat ortalığı âdeta hercümerce veriyordu. Hele gençleri teshir ederdi. Hakikaten sansür dedikleri belâ-yı mübremden bu yazıları Tahir Bey nasıl kurtarıyordu? Hayrette idik. Fakat o zamanlar matbuat daha sonralarına nisbeten bir dereceye kadar serbest idi.

Yine o koca Kemal'ın:

Değişmez fen mi vardır müstakar eşya mı kalmıştır?
Delili sabit olmuş bindebir dava mı kalmıştır?
Deme insana malûm olmadık mana mı kalmıştır?
Eğer meçhul ararsa her işin encamı kalmıştır,

kit'asiyle başlayan:

Firak hapis ve nef'i kadir ve namusumla gördüm hep
Cuhanın bir belasından bana bir perva mı kalmıştır?

tecellüdünü ihtiva eden nazm-ı bülendi aynı risalede neşrolunmuştu. Namık Kemal böyle iş'ar-ı hamasette hakikaten bir harikadır. O kadar denilebilir ki bu vadide öyle bir şair Osmanlılarda yetişmedi. Yetişemez, bu müddeamıza GAYRET'in bu neşriyatiyle:

Görüp ahkâm-1 asrı münharif sıdık ve selametten
Çekildik izzet ve ikbal ile bab-1 hükümetten

matla-ı ile başlayan kaside-yi garrayı şahit tutarız. GAYRET o devirde Hamid'in de pek parlak eserlerini neşreyledi. Meselâ

Hubub eder ki reftarınız ne halettir?
Acep nesim-i seherden mi âferidesiniz?
Siz ol hekimi ki sun-u bülendi kudrettir,
Düşündürür gibi bir şiir-i naşenidesiniz.

bediaları en önce o risalede tecelli etti.

Yine o esnalarda Safiye Sultanzade Salahî" diye garip bir zat hem matbuata müntesip, hem de Kemal'dan itibaren o eazım-1 üdebaya hasım idi. SAADET gazetesinde Makber'i tahrip diye Hamid'in eser-i meşhuruna pek insafsızcasına tecavüz eylemişti. Bu tenkidin hatta elfaza taalluk edenleri bile haksız idi. Meselâ Salahî iddia ediyordu ki «nakâfi» denilemezdi. Arabî bir kelimeye farsî edat ilave olunamazdı. Halbuki hakikat böyle değildi. Ancak farisî bir kelimeye arapça edat izafe kılınamazdı, bilfarz bilaaram, bilaperva gibi. Mamafih Üstad Ekrem:

Bilaaram onun için naleye ikdam eder bülbül

demişti, ona bile cevaz vermişti.


Bu nakâfi itirazına Hamid GAYRET'te pek hamidane başka sıfat istemez bir manzume ile cevap verdi,

Dua nakis, tazarrur az, feryad nakâfi

diye cihandan şikayetle başladı.

Güler mi matemime âlemde hiç bir sahib-i insaf?
Felâket görmemişsin derdimi eylersin istihfaf
Felâket olsa layıkdır bu halka sendeki evsaf
Kifayetle ey olmaz eyliyen irad nakâfi!

dedi. Bu sözler manidar idi, çünkü Salahî bilhassa Kemal Bey'in tarihini menettirmiş olmakla maruf idi, hüsnü site malik değildi. Yine o manzumenin:

Acep hun-i dil mecruhumu sen mey mi zannettin?
Seda-yı makberi bir nare-yi heyhey mi zannettin?
Veyahut kendini âlemde sen bir şey mi zannettin?
Bugün ben yazdım elbette yazar ahfad nakâfi

kıt'asını hepimiz ne şevkle takdir eyledik. Hele:

Evet tarz-1 kadim şiiri bozduk, hercümerç ettik,
Nedir şiir-i hakikî safha-yı irfana derç ettik,
Bu yolda nakd-i ömrü cemü kuvvetberle harç ettik,
Bize gelmişti zira meslek-i ecdad nakâfi

hüsn-ü hatimesini ne derece parlak buldukdu!

Matbuat-1 Osmaniye böyle şiirleri, mebahise-yi edebiyeleri bu devr-i hürriyette bile görmedi. İşte GAYRET bu mertebede bir mecmua idi. Menemenlizade Tahir Bey pek haluk, necip, muktedir bir genç idi. Mekteb-i Mülkiye'den yetişmişdi. İyi yazı yazardı, güzel şiir söylerdi İlhan'ın bazı parçaları gibi. Fakat şiirde müsamahat-1 lafziyeye pek müptelâ idi. Meselâ yukarıda zikrettiğim Tevhid'inde böyle yapmıştı, baştan başa lafz hataları irtikâb eylemişti. Fırsatı ganimet bildim. Bu Tevhid'i ele alarak «Büyük bir cür'et, ya küçük bir dikkat» diye uzun bir makale-yi tenkidiye yazdım:

Ey âlemi muzlim eden envar!

gibi mısraları lafzen ve manen tahtiye ettim, «eden» imalesini asla tecviz edemiyeceğimi söyledim. Envarın âlemi muzlim etmesini de hoş bulmadım. Hatta:


Ey ortalığı karanlık eden dört mumlu muşamba fener!

diye müstehziyane tefsir eyledim:

Vardır arada hezar zulmat

mısraından hezar zulmat terkibini galat buldum, öyle bir edibin kalemine yakıştırmadım.

Hem her birisinde kürreler var

sözünü ise büsbütün hatadan salim göremem, «kürre» yuvarlak manasına olunca ra harfını teşdid ile telaffuz edilemezdi. Edilince «küre» arabîde küçük dağ manasına gelirdi. Elfaza müteallik itirazlarım böyle musib idi. Fakat manaya taalluk edenler de boş değildi. Meselâ Tahir Bey:

Açtın bir avuç kühr-ü semaya

diyordu. Halbuki Ziya Paşa o tevhid-i beliğinde:

Açmiş bir avuç kühr-ü semaya
Olmuş bir nücum bu nihaye

beyt-i marufu hepimizin hafızasında idi. Menemenlizade benim gibi bir müptedinin bu tenkidine kızdı. GAYRET ile değil, ASAR78 diye intişar eden diğer bir mecmua ile bana cevap verdi, bazı şiirlerimi muahaze etti. Ben de ona «cevap-el-cevap« diye uzunca bir mukabelede bulundum. Bu mübahase böyle devam ediyor, herhalde beni hoşnut kılıyordu, çünkü iptida-yı emirde GÜLŞEN'e sermaye-yi tahrir bulunuyor, artık iş, güç sırf şiire, şairliğe münhasır kalıyordu. Saniyen münakaşa oldukça edibane cereyan eyliyordu, arada iğbirara bâdi olmuyordu. Fazla olarak iştiharıma da az, çok hizmet ediyordu.

O devirde arkadaşlarımızdan bir Tepedelenlizade Kâmil Bey" vardı. Hamid'i şiddetle taklid ederek şiir yazardı. Hatıram beni aldatmıyorsa Divaneliklerim'i 80 takliden Hezeyanlarım diye bir mecmua-yı eş'ar neşr eylemişti. Yukarıda Ali Ulvî Bey'den bahsederken Kâmil Bey'i de bilmünasebe zikrettimdi.

İşte bu genç şair o sıralarda evlendi, Hayreddin Paşa'nın kerimesini aldı. «Etyemez»deki konağında yaptığı büyük bir düğüne bizi hep davet etti. O cemiyette Menemenlizade Tahir Bey'le beni görüştürdüler, daha doğrusu barıştırdılar. Tahir Bey, arzettiğim gibi, pek halûk idi, derhal bütün iğbirarını unuttu, bana karşı pek muhalasat gösterdi.


Hatta o hafta GÜLŞEN'e Ali Ferruh'la beraber Hayret Hoca'nın aleyhine:

Herkesin bir revşi, her revşin bir kesi var

unvaniyle hicviyemsi birer manzume ile yürüdükdü. Ferruh:

Karagöz! arkadaşın cumbaya çıkmış sesi var,
Yürü, sor hatırını, rahatı yok nezlesi var
Hayret! Esvabı muşammalı değil, atlası var
Herkesin bir revşi......

diyor, daha başka hücumlara girişiyordu. Ben de ona nazire tarzında:

Kimi yan yana çağanozvari nümayişle gider
Kimi de sağa, sola kotra gibi volta eder,
Seyreden bunların ahvalini hayret! eyle der:
Herkesin bir revşi, her revşin bir kesi var.

dedim, daha bir çok hezeliyat söyledim.

Tahir Bey o gece bana bu manzumemi çok beğendiğini anlattı. Fakat dedi ki:

  • Bakınız, beni muahaze ederken siz de lafzen ne derece bipervalık gösteriyorsunuz. Hayret Efendi için:

Süpürüyor ortalığı çupbu pebesi var...

diyorsunuz. Demek, lafz bazen manaya feda edebilir."

Hûlasa, bu müsamereden sonra Tahir Bey'le pek dost oldukdu. Gariptir, o manasız, tiflane hezeyandan dolayı Hayret Hoca bana âdetâ muğber olmuştu, hatta kin bağlamıştı. İki sene sonra Encümen-i Teftiş ve Muayene'de iken »Dilenciler» unvaniyle neşretmek istediğim bir risaleye ruhsat verdirmemişti. Öyle bir zat-ı fazıl için bu hareket bir küçüklük idi.

Fakat Ferruh'un da, benim de yazdıklarımız yalnız hoppalık değil, bir parça da kadernaşinaslık idi, çünkü Hayret Hoca hakikaten şayan-1 hürmet bir adam idi. Filvaki Taalim-i Edebiyat'ı SAADET'te bir parça insafsızcasına tenkid eyliyordu. Lakin o neşriyatında bile türkçeye, arapcaya, farsîye kudret-i vukufunu gösteriyordu. Hele arapcadan türkçeye tercümede yekta idi. Bu nokta-yı nazardan Ukyaz-ı Osmanî lisanımızda emsalsız.

Fazla olarak Hayret Efendi zerafet-i tabiatiyle, nüktedanlığı ile, hürriyet-i fikriye ve ahlakiyesiyle müştehir idi. O idare-yi müstebideyi kalen, kalemen her fırsatta hırpalıyanlardan idi.


Gönlümde bu ukde senelerden beri böyle kalmıştı. İnkilap-1 ahirimizin ilk faslında idi. Beni Mekteb-i Mülkiye'ye tarih-i siyasî, Darülfünun'a tarih-i siyasî-i Osmanî muallimi tayin ettilerdi. O zaman Darülfünun müdürlüğünde bulunan Hayret Efendi artık iğbirarı kadimini bir tarafa bırakdı, bana pek nüvazişkârane muamelelerde bulundu. Talebe mikdarı arttıkça en büyük dershaneleri tedrisatıma tahsis eyledi. Hasılı vazifemi teshil için elinden geleni yaptı.

Şair Eşref bir hicviyesinde der ki:

Geçen gün Encümende yok iken Hayret bütün heyet arapca bir eser zan eyleyip kıraatı çizmişler.

Bazen o hırçınlıklarile beraber Hayret Efendi fıtraten hür bir fâzıl idi. Başında taşıdığı sarığın istilzam eylediği ilmî, vicdanî kemalatı cidden haiz idi. Böyle olduğunu da bilhassa Meşrutiyet'e izafe eylediğimiz devr-i fezahatta, hepimizden evvel gösterdi. O yüzden az kaldı darağacını boyluyordu. 31 Mart hadisesinde zindana atıldı, menfaya gönderildi, Rodos'ta kalebend edildi. O yaşta, o fazıl ve fazilet ile bu hareketleri gördükten sonra yoksulluk içinde bu fena dünyaya veda eyledi, rahmet-i rahmana kavuştu.

GÜLŞEN böyle intişar eyliyor, duruyordu. Ben şöyle böyle bir şöhret kazandımdı. Fehim ile geçinemedik, birbirimizden ayrıldık. Dördüncü nüshadan itibaren o risale-yi mevkute bana kalmıştı. Fehim arzettiğim gibi, havaperest idi, daima ciddiyete mizahı karıştırırdı. Bir gün GÜLŞEN'e Abdülkerim Sabit, Muallim Naci takriz tarzında birer kıt'a gönderdilerdi. Sabit Bey:

Fikir eden fikir ziyadarınızı sıdık ile dır
Gipta-yı bahşa-yı cenan olmalıdır Gülşeniniz!
Görmesin, bad-1 hazan nahl-1 serefraz-ı emel
Nişve-yi ferma-yı cenan olmalıdır Gülşeniniz

demişti. Naci ise:

Erbabına hoş bir armağandır,
Takdire seza risaleniz var
Her cüz fevaid averende
Birkaç okunur makaleniz var.

iltifatı garibinde bulunmuştu.

Benim haberim yok iken Fehim, Sabit Bey'in kıt'asını gazetenin en başına, Naci'ninkini ise en nihayete koyar, Muallim'e karşı hürmetsizlikten sarf-1 nazar tertib-i mukannemizi altüst eder.


İşte bu vak'ayı müteakiben bu refik ebülheves benden ayrıldı NAHL-I EMEL diye ayniyle GÜLŞEN gibi bir risale çıkardı, fakat iki, üç nüsha ancak çıkarabildi. Biz de:

Kurudu nahl-1 emel tam kökünden eyvah

diye tarih söyledik. Mektebi bitirdikten sonra Fehim Maarife intisap eylemişti. Mektep müdürlüklerinde vilayet, vilayet dolaştı, nihayet cihet-i mülkiyeye geçti. Devr-i sabıkda bir aralık Yemen'e nefy olundu. Oradan Mısır'a, Avrupa'ya kaçtı. Fakat bir nev'i da-1 vatana müptelâ idi. Çok geçmeden yine İstanbul'a döndü, mazhar-1 af oldu. Bağdat'a mektupçu oldu. Meşrutiyet'ten beri mutasarrıflıklarda dolaştı, şimdi mütekaiddir. GÜLŞEN irfanen o züğürtlüğümüzle beraber az çok bir rağbete mazhar idi, şöyle böyle devam ediyordu. Alelhusus Encümen-i Teftiş ve Muayene'ye oyunlar oynuyor, o devirde neşrolunamaz eserler neşrediyorduk. Bir kere zor belâ ile Lamennais'nin o meşhur Menfi neşidesini tercüme ettimdi. Telliyerek, pullıyarak GÜLŞEN'e uzun uzadıya bir mütaleaname ile beraber derc eyledimdi. Her parça, «Menfi daima, daima yalnız değil midir?». Yahut, «Menfinin Allah'tan başka kiim olabilir?» fıkratiyle bitiyordu. O devr-i istibdadda samie hüzün ile inikas eyliyordu. Bu tercüme alttan alta dağdağaya badi oldu, Encümen-i Teftiş'i kuşkulandırdı. Zaten bir mana ve bir hud'a kullanarak bu eseri o encümene göstermeden bastırdıkdı. Bereket versin ki işi o kadar araştıran olmadı, yalnız GÜLŞEN kapatıldı. Halbuki daha bir nüsha evvel:

Bir, tab'ımızı gelse şu eyyam-ı bahadî,
Seyr et ne çiçekler saçılır Gülşen'imizden

diye ilan-ı şadımanî eyliyorduk.

(9)

Mekteb-i Mülkiye'den üçüncü seneyi bitirdikdi, dördüncüye geçtikdi. O sınıf darültedrisinin hakikaten parlak bir sınıfı idi, bir çok zeki gençleri camî idi. Bir hususî imtihandan sonra idi. Murad Bey derse geldiği zaman tarihden imtihanda yazdıklarımızı getirdi: «Efendiler, hepinizi tebrik ederim. Bir sınıf ki ekseriyle alülaldır, umarım, içinizden çoğunuz büyük mesnedler ihraz eyler, bu memleketin ciddî hadimlerinden olursunuz. Yazdıklarınızdan öyle istidlal eyliyorum. Gelecek yaz ilkbaharından bellidir. Vatanımızın da böyle gençlere ihtiyacı haddan efzundur» dedi. Filhakika da öyle oldu. Bugün o sınıfın güzide şakirdleridir ki saylariyle, lıyakatlariyle muhtelif mesleklerde temeyyüz eylediler. Ölümden vefa bulanlar hâlâ her fırsatta isbat-1 meziyet eyliyorlar. Tarih mualliminin istikbale dair o hükmü vesikalara müstenid olduğu için âdetâ hatifane çıkdı..


Yine aynı derste idi. Murad Bey bana bilhassa bir iltifat gösterdi: «Sınıfınızda ne kadar çok Ali Rıza Efendi var, altı mı, yedi mi? Maalesef bu Rıza Efendiler o isme şeref verir bir liyakat göstermiyorlar' Bereket versin ki arada bir 85 Ali Rıza Efendi var. Şayan-ı tebrikdir, bir kudret-i kalemiyeye malikdir. Bu yaşta bu kadar yazı yazabilmek büyük bir muvaffakiyet!» dedi. Herkes bana bakıyordu. İçimizden bazıları: Efendim, 85 bütün ömrünü yazı yazmakla geçiriyor, matbuattan ayrılmıyor, GÜLŞEN diye bir gazete bile çıkarıyor. Artık kudret-i kalemiyeye malik olmasın mı? diye bu takdir neşesini bozdular. Murad Bey bu sözlere az çok kulak verdi, beni müstesna, Frenklern dedikleri gibi «haric-i müsabaka» tuttu, birinciliği yine Reşat Bey merhuma verdi.

Edebiyat dersinde de Ekrem Bey öyle yapmıştı. Güya onlara karşı haksızlık etmemek için Reşid ile beni öbürleri ile müsavi tutmamıştı, ayırmıştı.

Yine bu sene hoşumuza giden hocalardan biri de hikmet muallimi Binbaşı Tevfik Bey82 idi ki «Cadı Tevfik» lakabiyle maruf, lakin fevkelâde müstaid ve muktedir idi. Güzel ders takrir ederdi. Sahib-i ihtisas olduğu için ne okuduğunu bilir, mükemmelen de anlatırdı. Fevkelâde natuk idi. Hiç hatıra, gönüle bakmazdı. Meselâ sınıfımızda rical-ı devletten büyük bir zatın oğlu var idi. Gayet gabi idi, fakat ekseriyetle diğer hocalar ona dalkavukluk ederlerdi.

Cadı Tevfik bir gün bu efendiyi derse kaldırdı. Boş, o kadar bomboş buldu ki âdeti vechile fena donattı, hatta:

  • «Seni de Allah adam yaratıyorum diye mi yarattı, kütük.» demeğe kadar vardı. Ah gençlik! Bu sözlere karşı o zaman biz ne insafsızcasına güldük! Hocanın bir şakird-i irfana öyle bir muameleye hakkı olmadığını hatıra bile getirmedik, çünkü, aklımızca, öbür muallimlerimizin aynı efendiye karşı o nareva tekâpularından, o müsavatsızlıklardan bu suretle intikam alıyorduk.

Vakta ki mektebin dördüncü senesine çıktık, derslerimizde, hocalarımızda büyük bir tahavvül gördük, çünkü artık bir mekteb-i idadîde değil, fakat bir darülfünunda idik. Derslerimiz ekseriyetle darülfünun dersleri, hocalarımız darülfünun hocaları idi.

Hususiyle bu muallimlerin bazıları fevkalâde idiler. Ohannes Efendiler, Portakal Efendiler, Şehbaz Efendiler garpta bir mekteb-i âlinin kürsü-yü. tedrisini ferah fahur ihraz edebilirlerdi. Abdülsettar Efendiler, Zihni Efendiler ise şarkın mefahirinden idiler.

Bu üstadları o zaman nasıl anladımsa şimdi hatıralarıma müracaat ederek öyle anlatmak isterim.

Zihni Efendi³ pek haluk, hatta mahcup bir zat idi, talebeden sıkılır gibi idi. Fakat ulum fıkhiyede, arapcada yed-i tulâ sahibi idi. Elmüşezep, Elmüktezip, Elmüntehip diye arapcaya, sarf ve nahv-1 arabîye dair pek fazılane eserler neşreyliyordu. Mahza bu lisan ile pek ziyade meşgul olduğu için türkçe ile iştigale o kadar vakit bulamıyordu, arapçaya nazar-ı müsamaha ile bakanlara âdetâ kızıyordu. Hatta Elmüntehib'in kabına :

Her lisanın arabî müntehibidir, çelebi!

misra-1 garibini yazmıştı. Bu eserlerden birine yazdığı bir takrize

Naci merhum:

Bir haririsi var zamanımızın Ki bediaelzamana sanidir

diye başlar, çünkü Zihni Efendi'ye o mertebe hürmet ederdi. Hakikaten o fakih-i fazıl da bu hürmete lâyik idi.

Doğruyu söylemek lazım ise, biz ekseriyetle bu fıkıh dersine ehemmiyet vermez, ancak imtihan geçmek için çalışırdık, o üstad-1 giranbahadan bihakkın müstefiz olmazdık, çünkü başka bir fikirde, başka havada idik.

Abdüssettar Efendi84 de ulum-u şeriyede mütebahhir idi, Herhalde mükemmel bir hoca idi. Güzel ders takrir ederdi, talebeye rifk ile, nezaketle muamele eylerdi. Garip bir âdete malikdi. Derste söz söylerken muttasıl cüppesini ensesine yerleştirmekle uğraşırdı.


Merhumun ne derece takvaperest olduğuna Tosunpaşazade Tevfik Bey'den işittiğim fıkra-yı âtiye şahittir. Abdüssettar Efendi Mekke naibi olduydu. Moskof vapuruna rakiben İskenderiye'ye giderken sofrada Tevfik Bey'in yanına oturur. Yemek gelir. Naib Efendi «Bu et ne eti?» diye sorar. Tevfik Bey: «Yemeyiniz, domuz etidir» der. O sözü işitir işitmez Efendi yerinden fırlar, bir daha o sofraya ayak atmaz. Birinci mevki yolcularından olduğu halde mahal-1 maksude varıncaya kadar odasında peynir, ekmek ve çerez yer. İşte bu zat bu derece samimî bir sofu idi.

Maamafih biz Mecelle dersinden çok istifade etmedik, çünkü Mekteb-i Mülkiye için o ders fazla idi, bir çok tetkikata, tetebbüata muhtaç idi. Onlara ise vakit de yoktu. Bu dersi de, fıkıhı da ekseriya anlamadan geçiyorduk.

Fakat maliye, servet, hukuk-u düvel dersleriyle böyle değildi. Maliyeyi Mikail Portakal Efendi'den 85 okurduk. Bu zat mükemmel bir hoca idi. Türkçeyi güzel bilirdi, pek fasih söyler, yine öylece yazardı. Ulum-u maliyede bir iktidar-ı harikulâdeye mâlikdi, çünkü tahsilini Fransa'da ikmal eylemişti, eyledikten sonra tetkikatında, tetebbüatında devam etmişti. Ders verirken talebeye pek müfid nasihatlarda bulunurdu. Meselâ: «Öğrenmek üç türlü olur. Evvelâ okumakla, kitaptan okumakla, hocanın takririni dinlemekle olur. Saniyen okudunuğu, dinlediğini yazmakla, kaleme almakla olur. Salisen okutmakla, takrir etmekle olur. Sizin için en muvafik usul dersinizi güzelce dinlemek, zapteylemek, sonra mümkün mertebe malumatınızla tetebbüatınızla mezc ederek yazmak, kaleme almakdır» derdi ve bize öyle yaptırırdı. Fikren müterakki olanlarımıza ciddî yazı yazmağı, bir mevzuu kudret ve ehemmiyetle temhid eylemeği en ziyade öğreten Hoca Mikail Efendi oldu. O mühim, esas itibarile mühim, fakat fasih, latif takrirleri mükemmel dinlerdik, sonra dikkatle kaleme alırdık. Muallim derse geldiği vakit içimizden birine işaret ederdi, dersi okuturdu. Bir kere bana okuttu. Mevzu cazibedar idi. Süleyman Kanunî zamanında devlet-i osmaniyenin tarz-ı idare-yi maliyesine müteallik idi. O devr-i muhteşeme dair bazı mütaleat-1 tarihîye ile mezc ederek o bahsi muntazaman kaleme aldımdı. Yine öylece bülend bir avaz ile okudumdu. Portakal Efendi beni dikkatle dinledikten sonra «Aferin, fakat senin damarlarında şair kanı da var» dedi. Bu takdir pek müstesna olduğu için o zaman çok hoşuma gitti.


Sakızlı Ohanes Efendi ilim-i servet-i milel muallimi idi. Malumatca, ihtimaldır, Mikail Efendi'yi geçerdi. Türkçeyi pek mükemmel yazardı, lakin öyle türkâne telaffuz edemezdi. Fesinin altındaki takkesine varıncaya kadar saf kıyafetiyle, o sarı saçlariyle, ablak simasiyle, bahusus o tekellüm-ü hasiyle Portakal Efendi'yi Türk sanmamak müşkül idi. Fakat Ohanes Efendi öyle değil. O da pek güzel ders verirdi. İlm-i iktisadı derinden derine bilirdi, bildiği gibi tedris ederdi. Bu ilmi bilahare Avrupa'da en büyük hocalardan tederrüs eylemek bana müyesser oldu. Lakin Mekteb-i Mülkiye'nin o muallim-i fazılı, tarz-ı tedrisinde onlardan hiç aşağı kalmazdı, dersem mübalaga etmem sanırım.

Ohanes Efendi pek resmî, âdetâ muhterizane resmî idi. Talebeye dersinden maada hiç bir mevzudan bahs etmezdi. Fünun-u nefise ile müteveggil idi, hatta o fünuna dair ufak, lakin kıymettar bir mecelle bile neşr eylemişti ki bu devirde bile nadirelemsal bir telifdi.

Şehbaz Efendi daha başka idi. Türklüğe daha takarrup etmiş, âdetâ türkleşmiş idi. Zaten nihayet müslüman oldu. Cevdet Paşa ile düşer, kalkardı, rical-1 devleti yakından tanırdı. Derste Ali Paşa'lardan, Fuad Paşa'lardan mümkün olduğu kadar suya, sabuna dokunmadan bahs eylerdi. Âli Paşa'yı kudret-i siyasiye itibariyle pek beğenirdi, hatta Gortchakoff'a 88 muadil tutardı. Paşa'nın o devirde Moskof Başvekiline karşı yazdığı bazı takrir-i siyasîlerini nadirelemsal bulurdu. Derdi ki:

«Âli Paşa fransızcada fevkelâde bir sahib-i kalem değildi, hatta bu lisanı bir şive-yi şark ile yazardı, konuşurken de bilfarz "papier à en-tête” diyeceği yere "papier entété" demek gibi ufak tefek hatalar ederdi. Lâkin siyasî takrirler kaleme almakda harikulâde bir meharete mâlikdi.»

Şehbaz Efendi o sıralarda ihtida eyledi. Gazetelerde tetkikat ve tetebbüat-1 ilmiye ve felsefiye neticesinde din-i İslamın din-i Hak olduğuna kanaat getirdiği için bu hareketi ihtiyar eylediğini etrafiyle yazdı. Fakat biz arkadan arkaya duyduk ki Efendi bir kadın meselesinden dolayı Patrikhane ile keşmekeşte idi. Bu münazaaya bir hâtime vermek, karısını boşayabilmek için tebdil-i mezhep eylemişti. Böyle olduğu için o hocamızın bu hâlini hiç hoş görmedik.

Bu dersler, bu hocalar fikrimize başka küşayiş verdi. Artık şiire öyle Naciyane iptilâlarımız kalmadı. Gönülümüz, gözümüz diğer vadilere init'af eyledi. O zaman muhitimizin darlığını hissetmeğe, o devr-i istibdadı ağır bulmağa başladık.


O saika ile bende bir an evvel fransızcayı bihakkın öğrenmek, hatta mümkünse tahsil için Fransa'ya gitmek emeli peyda oldu. Gözümden mektep, matbuat bütün İstanbul düştü.

Filhakika Mekteb-i Mülkiye'de fransızca okunuyordu. Fakat o vasıta ile o lisanı öğrenmek muhal idi. Bir lisan-1 ecnebî ya çocuklukda lisan-1 maderzad gibi, ya gençlikte uzun uzadıya hiç değilse günde üç, dört saat bir ceht ile öğrenilir. Mekteplerimizde şimdi bile böyle yapamıyoruz, o zaman hiç yapamıyorduk.

Fransızca hocamız haftada üç dört kerre gelirdi. Bize şöyle böyle bir «gramer», bir de «müntahabat» okuturdu. Çok çalışınca. «gramer»i anlardık, «müntahabat»dan bazı parçalar tercüme edebilirdik. Fakat yine o lisanı bihakkın idrak etmiş olmazdık. Yine fransızca ciddi bir eseri anlamazdık. Bu hal beni yeise düşürürdü.

Fransızca muallimimiz Gaetan Efendi idi. Tuhaf bir hoca idi. Bir kere az kaldı faka basıyordu. Talebeye Pelissier'nin maruf «müntehabatı»nı aldırmıştı, okutuyordu. O asar-ı müntahabeden bir şiirin içinde bir köpekten bahs olunuyordu, fakat hayvana fransızların itiyadı vechile ((Sultan» adı verilmişti. Biçare Gaetan Efendi o şiiri tesadüfen okurken işin farkına varınca birden bire sustu, sahifeyi çevirdi, başka bir fasla geçti. Fakat yine kızardı, bozardı. Nihayet dayanamadı. Mutaddan evvel dershaneyi terkederek doğru Müdür Bey'in yanında soluğu aldı.

Biz artık pür neş'e idik. O şiiri evire, çevire okuyorduk. Lakin paydos düdüğü çalmadan, Efendiler dışarı çıkmadan mubassırlar, muallimler geldiler, o kitabı topladılar.

Böyle vak'alar fevkelâde gözümüzü açıyordu, o idare-yi müstebidenin hakikatını fikir-i intibahımıza sokuyordu.

Biz bu sınıfda iken, bu sene içinde idi ki Ekrem Bey merhumun Chateaubriand'dan terceme ettiği oyununu Şehzadebaşı'nda o gelişi güzel sahnelerden birinde bir gece temaşaya vaz eylediler. Esasen bu oyun sırf edebî bir eser idi. Ekrem Bey de öyle siyasiyat ile pek uğraşmazdı, zamaneye az çok uyardı. Mamafih biz, bazı Mekteb-i Mülkiye gençleri bu hadiseye lüzumundan fazla ehemmiyet verdikti. Zaten bir nümayiş-i ahraranede bulunmak için öyle fırsatları kaçırır mıydık? Sınıfca ekseriyetle ittifak ettik. O gece o tiyatroya gidecektik, o oyunda bulunacakdık, Ekrem Bey'i o münasebetle alkışlayacaktık. Fakat biz, bu kararı verenler leylî idik, hafta ortalarına tesadüf eden o gece böyle dışarı çıkabilmek için izin almağa mecbur idik. Velilerimizden birer tezkere getirttik. O gün ders saatlarını bitirir bitirmez birer birer Müdür-ü Sani Recaî Bey'e müracaat eyledik,


mezuniyet istedik. Recaî Bey birkaçımızın mes'ulunu is'af ettikten sonra işin farkına vardı, böyle bir cem-i gafir ile bu gece oraya gitmemize muhalefet eyledi, bize izin vermedi. Mektep kapıları kapandı, akşam oldu. Mamafih arkadaşlarımızın çoğu ya evvelce firar ederek, ya izin alarak gitmiş idiler, mesele başka bir şekil almıştı. Asıl müşevviklerden olduğumuz halde biz gitmezsek o rüfekaya karşı mahcup olacakdık. Bahusus mektep müdüriyeti onları cezalandırmağa da kalkışacakdı. Ezan vakti bu mülahazalarla bahçede dolaşırken camie namaza gideceğimiz sırada hatırıma bir çare geldi. Parmaklıkları tırmanarak Sultan Mahmud türbesine atladım. Türbe kapısı açıktı, türbedar kapıcı da meydanda yoktu. Oradan sokağa fırladığım gibi Şehzadebaşı'nda telaki mahallinde Şevki'nin kıraathanesinde soluğu aldımdı. Bütün arkadaşlar kıraathanenin bilyardo salonunda toplanmışlardı.. Ateşli ateşli meseleden bahsediyorlardı. Emirgânlı Nuri «85» «Gördünüz mü? Hepimizi teşvik etti de kendi gelmedi» diyordu. Bir diğeri de, «Ne yapsın? İzin alamadı ise, kapılar da kapandı ise» diye ona cevap veriyordu. Yine Nuri: «Ne mi yapsın, bahçenin duvarından türbeye atlar, gelebilirdi» derken ben içeri girdim, «İşte öyle yaptım⟫> dedim. Bir alkışlar koptu. Biz orada bir parça daha eğlendikten sonra vakit geldi, tiyatroyu boyladık, sahnenin önündeki ilk safları doldurduk. Oyun tiyatrodan maada herşeye benziyordu. Zaten o eser bir eser-i temaşa değildi, sahne için yazılmamıştı. Tercüme de nakis idi. Mamafih biz bu hakikatlara vakıf değil idik. Ekrem Bey en ortadaki locada meşhur Baba Tahir'le beraber oturuyordu. Tahir daha o devirde maruf idi, eazım-1 üdebaya böyle hulul eylerdi. İlmen, edeben bir kıymeti haiz olmadığı halde bu sayede yarım yamalak bir şöhret kazanırdı. Bu oyunu böylece tertip eden de o idi. Perdeler indi, kalktı, temaşa ruhumuzu sıkdıkca sıkdı. Mümessiller fena, mevzu müz'iç idi. Chateaubriand' in esasen uslup, ruhiyat itibariyle temeyyüz eden o telifi türkçede gülünç bir şekle girmişti. Maamafih biz oralarda değil idik. Münasebetli, münasebetsiz alkışları basdık. Hatta oyun bitince Ekrem Bey'in locasına müteveccihen ufak bir nümayişte bile bulunmak istedik. Fakat o zavallı hoca herneden ise evvelâ locanın arka tarafına çekilmişti. Sonra daha manzara bitmeden galiba bu tezahürü hissederek sıvışmış gitmişti.


Ertesi günü mektebe geldiğimiz zaman, herkes helecan içinde idi, çünkü o muhit-i istibdadda serkeş hareketimiz i'zam ediliyordu. Artık müdüriyetce asılacak mı idik, kesilecek mi idik, mektepten mi kovulacakdık? Teneffüs zamanı Müdür-ü Sani Recaî Efendi beni çağırdı. Aramızda şu muhavere cereyan etti:

  • Efendi niçin dün akşam izinsiz mektebi terkettiniz? Bu hareketinizin müstelzim-i ceza olduğunu bilmiyor mu idiniz.

  • Biliyorduk, fakat mazeretimiz vardı. Edebiyat muallimimizin, büyük bir edibimizin bir eser-i edebîsi maʼraz-ı temaşaya konuluyordu. Bu nimet-i edebiyeden mahrum kalmak istemedik. Tiyatro da mektep değil midir? Sizden izin istedik, vermediniz.

  • Öyle mi? Haydi gidiniz.

Tarih muallimimiz Murad Bey bu muhavere esnasında hazır bulunuyordu, mütebessimane tavriyle bana hak veriyordu.

(10)

Bizimle beraber o esnada matbuat-1 osmaniye de az çok değişmişti. Naci devri, Naci saltanatı hemen hemen bitmemişse de başka bir şekle girmişti, daha asude bir tavır almıştı. Hele bütün o küçük şairler, o nazirenüvisler, o muhammisler ekseriyetle ortadan kalkmamışlardı. Sehayif-i matbuat fikren bir nebze daha yüksek yazılara tecelligâh oluyordu. Ziya Paşa Mukaddeme-yi Harabatı'nda şiir-i osmanî için: Yaptı iki taşralı bu hâli dediği gibi o matbuatın bu takallübünü de en ziyade iki kişi vücude getirmişti. O da evvelâ o koca Ahmet Mithat Efendi, saniyen Beşir Fuat idi. Naci'yi koğduktan sonra TERCÜMAN sahibi yine kaleme sarılmış, bermutad fünundan, hikâyeden, felsefeden, tarihden yazılar yazmağa ve etrafına yeniden yeniye topladığı gençlere de yine o vadilerde yazdırmağa başladı. Beşir Fuat bu zümrenin serfirazı idi. Kimdi? Nereden geliyordu? Ne emel tâkip eyliyordu? Pek bilinmiyordu. Fakat fransızcayı, almancayı, ingilizceyi âla biliyordu. Çünkü saha-yı matbuata atılır atılmaz bu lisanlarda birer bedraka-yı sarf ve nahv yazdı. TERCÜMAN'da ise uluma, felsefeye, filozoflara dair neşriyata koyuldu. Bir yandan Voltaire'i, bir yandan Schopenhauer'i Türklere tanıtmağa çalıştı. Ahmet Mithat Efendi tabiî bu bahislere karıştı. Karışmak şöyle dursun âdetâ delalet eyledi, bermutad her telden çaldı, her fikre tarafdar çıktı. Bazen Beşir Fuat ile müttehiden son derece feni, felsefeyi iltizam eyliyor, hatta ilhadı, mülhidleri öyle gelişi güzel tahkir ve tel'in etmemeğe kadar varıyordu. Bazen o ifrattan tevahhuş eyliyor, yine eski mesleğini tutuyordu.


Beşir Fuad'ın pek biperva, pek azadeserane müdafaa ettiği fikirlerden biri de eş'ar-ı osmaniyenin, hatta umumiyetle şiirin boşluğu idi. O sıralarda yine o bakıyetüssuyuf şüera bazı Naciperverler SAADET'te çatır çatır şiirler neşreyliyor, o hizib-i münevverin aleyhinde bulunuyor, felsefeye, filozoflara, Voltaire'lere tecavüz ediyorlardı. Bir kerre bütün redifiyle de hep bu vadide, bu mealde gazeller yazdılar.

Beşir Fuad türkçe yazı yazmağı bile henüz öğrenmiş olduğu halde var kuvveti bazuya verdi:

Voltaire'i takdir edenler ehl-i irfandır bütün
Sevmiyenler neylesin dehr-i nadandır bütün

matla ile onlara bir nazire söyledi, bu zade-i tab'ını TERCÜMAN'da bastırdı. Sonra da

«İşte sizin şiir dediğiniz böyle bir mel'abedir ki cüz'î bir emekle tahsil olunur. Halbuki feni, felsefeyi anlamak, öğrenmek için senelerce mesai gerektir.» dedi.

TERCÜMAN-I HAKİKAT sütunları bu sayede yine parlak bir renk almıştı. Beşir Fuad'ı müteakiben Hüseyin Rahmi namiyle bir hikâyenüvis türemişti. Şık unvaniyle bir hikâye neşretmeğe başladı. Bu eser o derece latif, öyle şuh idi ki bir üstad, bir usta kaleminden çıkmışa benzetildi. Hüseyin Rahmi bir nam-ı müstear addolundu. Hatta bir aralık biz sandık ki o yazıları yazan bizzat Ahmet Mithat idi. Lakin ifade o ifade değildi, daha düzgün, daha traşide idi. Sonra anlaşıldı, Şık muharriri henüz bir genç, bir müptedi imiş. Bir genç ki gittikçe daha mükemmel eserler vücude getirdi, bir hikâyenüvis-i millîmiz, Mürebbiye'lerini, Tesadüflerini seve seve okuduğumuz Hüseyin Rahmi Bey biraderimiz oldu. İlk telifini, Şık hikâyesini okurken o mazi bana bu âtiyi keşfettirmişti. Ne olursa olsun :

Elde istidad olunca kâr kendin gösterir.

Mekteb-i Mülkiye arkadaşlarımızdan bir Mustafa Refik Bey93 vardı, Mithat Efendi'nin akrabasından idi. Mektepten şehadetname alır almaz, memuriyete heves etmedi, TERCÜMAN-I HAKİKAT'a devam eyledi. Fennî makaleler yazdı, o da o vadide iştihar etti.


Bu feyiz böyle devam ediyordu, bu erbab-ı kalem muttariden çalışıyorlardı. Biz bile hariçten bu mesaiye iştirak ediyorduk. Elimizde o derece sermaye yok iken usul-ü maliye gibi bazı derslerimizden iktitaf edebildiğimiz semerelerle yarım, yanlış makaleler karalayarak TERCÜMAN'a gönderiyor ve derç ettirebiliyorduk.

Fakat bir sabah gazeteyi açınca ne göreyim: «Beşir Fuad Bey'in intiharı» diye uzun bir bend. Birdenbire bu hadise bana veleh verdi. Daha dün öyle şad, şatır yazılar yazan bir genç bugün intihar etsin! Bu muammaya akıl ermedi. Lakin hakikat öyle idi. Beşir Fuad Mithat Efendi'ye son dem-i hayatında uzun uzadıya bir mektup yazıyor. Yalnız esbab-ı intiharını değil, tarz-ı intiharını da o mektupta bastediyordu. Sıcak suya, hamama girmişti. Kanını son damlasına kadar akıta akıta ölmüştü. Fakat ölürken Mithat Efendi'ye hitaben kâffe-yi ihtisasatını, arzettiğimiz gibi yazmıştı, hatta kısmen kaniyle yazmıştı. Zehiy itidal-1 dem! Şevk ile, şetaretle yazmıştı âdeta gülerekten, âdi bir vak'ayı anlatır gibi o fecî dakikalarda ne duyduğunu söylüyor, hayata bu derece fütursuzlukla veda eyliyordu.

Hiç şüphe yok ki ölümle bu istihzanın baisi, müşevviki felsefe, hususiyle Schopenhauer idi. Bu filozof o gencin fikir ve fitratına bu mertebe tesir etmişti.

Filvaki intiharına başlıca sebep olarak Beşir Fuad bazı ahval-1 hususiyesini anlatıyor, mahkemelerden şikayet eyliyor, öteden, beriden bahsediyordu. Ama bu esbabin hiç biri ciddî değildi. Öyle irfan ve kemâl sahibi bir genç için bu müşkülleri iktiham eylemek kolay idi.

Mithat Efendi o zamanlar Schopenhauer'e; Beşir Fuad'a dair ufak bir eser neşreyledi. Hem müntehirin kemalatını anlattı, hem o intiharın yolsuzluğunu gösterdi.. Maamafih bu hadise bize pek tesir eyledi, hayatı bu derece istihfaf ile telakki etmek dikkat ve ibretimizi celp etti. Bir pazar günü akşam üstü idi. Süleymanpaşazade Sami, Sadık Beliğ ve ben muhtasar bir cemaatla beraber Beşir Fuad'ın cenazesini Eyüp Sultan'a kadar teşyi ettik. Merasim-i tedfin pek sür'at ve ihtisar ile ifa edildi. Zaten vakit geç idi, ortalık kararmağa başlamıştı.


O gece mektebe dönmedik. Sadık Beliğ'in Vefa'daki taş konağına gittik, sabaha kadar uyumadık, bu hadiseden bahseyledik. Sadık, Mısırlı Beliğ Efendi'nin mahdumu idi. Pek vefakâr, fedakâr bir arkadaşımızdı. Edebiyatı, şiiri severdi, hatta şair mizaç idi. Lakin yazı yazmazdı, şiir söyleyemezdi. Yazmak ve söylemek isterdi. Muhtasar bir ifade ile hepimizden kalben ileri, fikren geri idi. Maalesef daha gençlikte illet-i işrete müptelâ olmuştu, çok içerdi, her hafta mektebe sarhoş dönerdi.

Sadık'ın konağında bız sık sık toplanırdık, edebiyattan, siyasiyattan, felsefeden bahsederdik. Hususiyle o yeknesak hayatımızdan hoşnutsuzluğumuzu söylerdik. Böyle hasbihallerden birinde Sadık, Fehim ve ben herçebadabad İstanbul'u terketmeğe, Avrupa'ya, hatta Amerika'ya giderek rızk aramağa karra verdik. Her birimiz ailemizden bir miktar para tedarik edecekdik, orada alnımızın teriyle hayatımızı kazanarak, hatta ailelerimizin muavenetine bile arz-1 iftikar etmeyerek, hin-i hacette gazete müvezziliğine bile başvurarak yaşayacakdık. Öyle bir ömrü bu nazünaim içinde imrar-1 eyyama tercih eyliyorduk. Her nedense muhitimiz bize giran geliyordu.

Bu tasavvuru kuvveden fiile çıkarmak ne Fehim'e, ne bana müyesser olmadı, öyle bir teşebbüsü kimse tasvip etmedi. Sadık bizden daha metin, daha azimkâr, maamafih ailece daha azade idi. Bu tereddütlerimize kızdı. Bir gün çantalarını hazırladı, vapura bindiği gibi evvelâ Misir'a gitti. Bazı hususî işlerine tesviye eyledikten sonra oradan İsviçre'ye geçti, Cenevre'de yerleşti. Biz yine İstanbul'da kaldık.


Fransızcayı bihakkın bilmemek beni eziyordu. Hem matbuatta bir mevki sahibi olmak, hem de bu acz içinde yuvarlanmak ciğerime işliyordu. Mekteb-i Mülkiye'deki haftada bir iki saat ders ile bu lisanı öğrenmek muhal idi. Bir müddetcik mektepten gaybubet ederek Galata'daki veya Beyoğlu'ndaki fransız mekteplerinden birine leylî olarak devam etmeğe azmeyledim. Sami ile Memduh bu fikrimi tasvip ettiler, bana delalet eylediler. Evvelâ Saint Benoit mektebine gittik. Cizvitler yaşıma bakdılar, beni kabul etmediler. Beyoğlu'nda Faure" biraderlerin hususî mektebi vardı. oraya kaydedildim. Ben onaltı, onyedi yaşında idim. Hatta muhitimde üdebadan, şüeradan geçiniyordum. Gazete neşrettimdi, şöhret kazandımdı, fakat bu mektepte sınıf arkadaşlarım çoluk çocuk idi. Tarz-ı maişet de başka idi. Çok sıkıldım, lakin dişimi sıkdım. İki aydan ziyade o cenderede kaldım, fransızcayı sökdüm. Artık bu sayede okuduğumu anlıyor gibi idim, bir parça konuşuyordum bile. İmtihan zamanları yaklaşıyordu, Mekteb-i Mülkiye' ye döndüm. Bu iki ay hiç hatırdan çıkmaz. Faure'ların o küçük mektebi benim için bir dar-1 ibret oldu. Beride eazımdan geçin ötede aciz ibad ol, işte şark ile garbın farkı dedim. Faure'lar iki kardeş idi, Jules ve Louis. Hayırhah, nazik, muktedir mürebbiler idiler. Bu memlekete fransız tezhibini tamim nokta-yı nazarından çok hizmet ettiler. Darültedrislerinde o derece az bulunmuş iken bende bile latif bir hatıra bırakdılar. Fransızcanın bu kadarcık olsun lezzetini aldıktan, bahusus irfanen hiçliğimi anladıktan sonra artık ne mektep, ne matbuat gözümde değildi. Ben de ilk fırsatta arkadaşım Sadık'a peyrev olmak emelinde idim. Mekteb-i Mülkiye'nin dördüncü senesini bitirdik, tatil zamanı idi. Mehafil-i matbuatta yeniden yeniye genç simalar peyda olmuştu. Onlarla Babıâli caddesinde kitapcı dükkânlarında, kıraathanelerde toplanırdık.

Bu gençlerin biri Abdülhalim Memduh" hem pek zeki idi, hem de garip-el-etvar idi. Naci'ye derin bir husumetle, Hamid'e mecnunane bir muhabbetle saha-yı matbuata atıldı. Kabına sığmazdı. Lisan mektebine, Mekteb-i Hukuk'a devam eyledi, lakin Vatan, Asır kütüphanelerinden çıkmazdı. Abdülhak Hamid Bey'i hemen harfiyen taklide yeltenirdi. Meselâ Divaneliklerim'e nazire tarzında Türrehat" diye bir mecmua-yı eş'ar neşreylemişti. Fakat o ne şiirler idi!

Ey dur dur dura Ey şur şur şura

gibi. Maamafih Memduh bu tuhaflıkları herkesi mebhut kılmak için kasten yapardı. Arzu edince makul, muntazam, mevzun söz de söylerdi.


O devirde İzmir bir merkez-i feyiz olmuştu. Halid Ziya Bey, Tevfik Nevzad, Mahmud Esad Efendi o şehirden payitaht matbualtına güzide yazılar yazarlardı, hatta orada HİZMET" namiyle bir gazete bile neşrediyorlardı.

Halid Ziya 100 fransızcaya vakıf olduğu için edebiyat-ı garbiyeden feyiz alıyor, o sayede müceddidâne bir tarzda kalem yürütüyordu. Bilfarz «mensûr şiirler» diye yeni bir tarzı icat eylemişti. Garptan Şarka Seyyale-yi Edebiye unvaniyle bir risale çıkarmıştı. Bu yüzden hepimizin mağbutumuz idi. Tevfik Nevzad 101 da, hem şair, hem nasır mükemmel bir genç idi. Mahmut Esad Efendi 102 memuren İzmir'de bulunduğu için onlara kalemen refakat ediyordu. Bu sayede HİZMET cidden mükemmel bir sahife-yi edep olmuştu. Halit Ziya Bey'in akrabasından Uşakîzade Süleyman Bey 103 vardı ki o da muğlak, müphem bir genç idi. Zeki idi, fakat hayatı asla ciddi bir tarzda telakki eylemezdi. Maamafih Süleyman Bey, Memduh, diğer arkadaşlarımız ve ben oldukça müterakki bir muhit teşkil eyledik.. Halit Ziya ile, Nevzat ile muhabereye giriştik, hatta İstanbul gazetelerini bıraktık, HİZMET ile neşriyata başladık. Naci Efendi «Ukâz-1 Osmanî» diye bir zümre-yi edep toplamıştı. Bu zümrenin erkânı müçtemien ayni redif, ayni kafiye ile SAADET'te gazeller neşrederlerdi.

Biz de HİZMET’te «Ukâz-i Şeban» namiyle o zümreyi tenzire kalkıştık. Ali Ferruh, Memduh, Sami, ben, Nevzad, Halid Ziya hep birden ayni suretle manzumeler yazmağa koyulduk. İlk manzumelerimiz Sevmem redifiyle idi. İzmir İstanbul'dan da serbest olduğu için bu yazılar azadeserane idi. Meselâ Memduh:

İrade namına kayd-1 esareti sevmem

demeğe kadar varıyordu. Ben ise :

Ümit ile olacakdın bahar sib-1 cemal!
Sabahatın ne kadar da zebun-u derd-i zeval!
Gurubgâh-1 telvindedir ümid-i kemâl
Denaet oldu hakikat, hamiyet oldu hayal!
Hayalperest oldum da hakikatı sevmem

diye feryad ediyordum. Hatta :

Nedir himaye-yi aşkın bu zulmeti sevmem!
Severse kahrola gönlüm, esareti sevmem!

bile diyordum. Hatırımda kalmamış, diğer arkadaşlarım yine bu zeminde daha güzel sözler söylüyorlardı. Halid Ziya Bey de o mensur şiirleriyle bu ukâza iltihak eylemişti.


«Ukâz-1 Osmanî» erkânını kızdırmak için Muallim Naci'leri, Şeyh Vasfi'leri, Hoca Hayret'leri takliden biz de Muallim Ali Ferruh, Şeyh Mehmet Celal, Hoca Nevzad gibi lakablar takındıkdı. Fakat o devr-i istibdadda bu inşirah-ı ahrarane büyük bir cür'et, hatta bir cinnet idi. Matbuat Müdüriyeti işin farkına vardı, çok geçmeden o neşriyatı men eyledi.

Bu tazyik bize fena tesir etmeğe başladı. Uşakîzade Süleyman Bey lisan bildiği için ahval-ı garbe aşına görünüyordu, daima Fransa'dan bahsediyordu. Bu zemin-i esareti terk ederek o diyar-1 hürriyete bir an evvel atılmak fikrinde olduğunu söylüyordu. Mekteplerimizi, matbuatımızı, her halimizi istihfaf ediyordu, «bu memlekette, bu muhitte insan asla feyiz bulamaz» diyordu. Bu sözlere hepimiz hak veriyorduk. Her gün Mariça otelinde, Süleyman Bey'in odasında toplanıyor, hep bu mevzudan bahsediyordur.

Bir gün Süleyman Bey bana dedi ki: «Ben artık kararımı verdim, valdenin muvafakatını istihsal eyledim, bu hafta Paris'e gidiyorum. Aileni rıza edebilirsen, benimle gel, İstanbul'da kaldıkca bu öğrendiğinden ziyade bir marifet edinemezsin, istidadına yazık olur.»

Bu teklif beni teheyyüce düşürdü. Zaten o sevda, o emel öteden beri zihnimde yerleşmemiş miydi? Elimden geleni yaptım, Süleyman Bey'e bu seyahatta refakat etmeğe muvaffak oldum.

(11)

Temmuz iptidalarında idi. Biz o zaman Erenköyü'nde oturuyorduk. İlk aylıklarla yol masrafına bedel olmak üzere aileden elli lira kadar para aldım. Süleyman Bey'e de İzmir'den galiba altmış, yetmiş lira gelmişti. Bu paraları fransız altınına tahvil éttirdik. Evvelâ Paquet vapuruyla Marsilya'ya, oradan Paris'e gitmek üzere her birimiz için ya yüzseksen veya ikiyüz frank buldular. Birinci mevki biletimizi aldık, çünkü ikinci mevki yoktu. Bir gün öğleden sonra Mariça Oteli'nde toplandık. Sami, Memduh, Reşit, Nazım, hasılı birçok arkadaşlarımız bizi vapura kadar teşyi eylediler. İstanbul'u ilk def'a terkeylediğim, hatta o gün hareket edeceğimizi efrad-1 aileme haber vermediğim için beni bir mahzunluktur aldı. Gençlik, belki de çocukluk, çünkü ondan sonra daha ne elim iftiraklara, vedalara uğradım. Fakat yine o hasreti hissetmedim. Memduh bana yadigâr olarak elindeki bastonu verdi. Bastonun üzerine de Benden mes'ut! ibaresini yazdı, hepimiz güldük. Vapurun hareketi zamanı yaklaştı, onlar gittiler, biz mahzun mahzun kaldık.


Guruba doğru vapurumuz Marmara'ya müteveccihen hareket etti. Çan çaldı, yemeğe indik. Sofrada birkaç kadınla bir iki erkek vardı. Başda kumandan dedikleri birinci süvari oturuyordu. Süvari şen şatır bir insan idi. Muttasıl gülüyordu, hazirunu da güldürüyordu. Hepimize, biz gençlere bile nüvazişkârane muamele ediyordu. Bana bütün yemekler, şaraplar, hele su zevksiz, tatsız geliyordu. Erenköy'ün o leziz suyu gözümde tütüyordu. Doğruyu söyleyim mi, yaptığımdan âdetâ nadim idim. Mümkün olsaydı bu seyahattan vaz geçecekdim. Nasıl yemek yediğimizi bilmedim. Yemekten sonra üst kata çıktık. Latif bir mehtap gecesiydi. Marmara Denizi bütün cazibeleriyle enzarda parıl parıl parlıyordu. Ailem, arkadaşlarım, mektep hayatı gözümde tüttü. Gönlüm elemle doldu. Serde şairlik vardı, samimî bir teessürle şu manzumeyi söyledim, hafızama nakşeyledim :

Ah, doğmuşsa da olmaz bana handan mehtap
Akseder dideme sad girye-yi hasretle sehap
Yine bedbaht gönül işte harap oldu harap
Bana şimden geri melce var ise zir-i türab
Elveda, ey gözümün nuru refikan-ı şebab

Kiminizde nice ümidimi taban gördüm
Kiminizde emel-i mülkü dirahşan gördüm
Ömrümü ömrünüze doğru şitaban gördüm
Hepinizde vatana hubb-u firavan gördüm
Elveda … ...

O zaman ki eder envar-1 seher âlemi şad
Açılır sünbül değil, kuşlar ederler feryad
Garptan doğru tahassürle eserse berbad
Beni yad eyleyiniz an-ı şebabet gibi yad
Elveda ...

Ne kadar taali meş'um imişim, ev ki beni
Ömrümün vakt-i baharında ayırdı senden
Beni bir hüküm kadar, ah vatan, vah vatan.
Ağlatır dide-yi hicranı hayal-ı handen
Elveda …

Seni zulmette bırakdı niçin ol mah.
Gönül! Boşa çıktı yine en hoş emelin ah gönül
Bana sensin bu hizangâhda hemrah gönül
Bizi de bir gün olur, güldürür Allah gönül
Elveda ey gözümün nuru refiken-ı şebab!


O zaman arkadaşlarımla aramızda böyle bir samimiyet mevcud idi. Fakat, heyhat, o nanın te'nisiyle dünya dedikleri bu aşağı muhitte o mehasin, o maali yaşar mı? Günler, seneler geçtikçe To muhabbet, o safvet de azaldı. Bazen ölüm araya girdi. Fakat yaşayanlardan ölümden daha fena haillerle, hailelerle ayrıldık. İttihad ve Terakki dedikleri veba, âfet nasıl kardeşi kardeşten bile bazen ayırdı ise kısmen onları da benden öylece uzaklaştırdı. Ne ise.

Lâl olursun dinlesen bir safra tab-1 sineden
O faslı büsbütün kapamak daha hayırlıdır.

Vapurumuz galiba doğru Marsilya'ya gittiydi. Esna'yı seyahatta bir büyük derdimiz de yüz lirayı tecavüz eden altın paramızı muhafaza etmek, hırsızlara, yankesicilere kaptırmamak idi. Paralar bir kemerle belime sarılmıştı. Marsilya'ya vasıl olduğumuz zaman elim kemerde idi. Beş günden ziyade süren vapur seyahatını iztirap ile geçirdikdi. Hemrahım Süleyman Beyde o aradığım arBenim niyetim kadaşı bulamıyacağımı yavaş yavaş anladımdı. Paris'te okumak, öğrenmek, bir baltaya sap olmakdı. O ise havaiyat ile meşgul idi. Bir mektup beklediğini, şayet iki aya kadar o mektup gelmezse intihar edeceğini söyler dururdu. Bütün esrar, muamma içinde görünürdü. Aklınca beni vesveseye, heyecana düşürmekten zevk alıyordu. Halbuki ben oralarda değildim. Bu kuru, kof sözleri masal gibi dinliyordum. Yalnız her ikimize de tahsil-i kemalât için bir hatt-ı hareket çizmekle meşgul oluyordum. Süleyman Bey yine öyle hafaya içinde yüzüyordu, yine intihara dair felsefeler yürütüyor, duruyordu. Hasılı aklen, fikren fikdan-ı selametini nazarımda gittikçe isbat eyliyordu.

Marsilya'da bir hata ettik. Rapide dedikleri sür'at trenine bineceğimiz yerde omnibus namını verdikleri ağır trene rakip olduk. 12 saata bedel yirmidört saatta Paris'e güç bela gece yarısına doğru vardık.


1887 tarih-i milâdînin temmuzunda, yani takriben otuziki se ne evvel idi ki biz Paris'e ayak basdık. Evvelâ pek genç, şairliğime, hatta muharrirliğime rağmen âciz, cahil idim; öyle ya bir mekteb-i idadîyi bile ikmal etmedimdi. Saniyen fransızcaya bihakkın vakıf değildim. O halde o koca şehir-i şaşaadardan ne anlardım, hiç! Bereket versin ki bu hakikatı derhal keşfeyledim.

Süleyman Beyle karar verdik, iptida-yı emirde fransızca öğrenmek için bir hoca tuttuk. Adamcağız her sabah odalarımıza gelirdi, ders diye bazı meşhur hikâyenüvislerin eserlerini okuturdu, okurdu, tefsir ederdi. Bir saat kadar böyle geçerdi. Hoca gitti mi, birçok vatandaşlarımızı tanıdıkdı, onlarla buluşurduk. Yemeğe, yemekten sonra kahveye gider, hoş boşuna vakit geçirirdik. O zaman Boulevard St. Germain'de Cluny tiyatrosunun karşısında Café des Thermes derler bir kahve vardı, hep Türkler oraya toplanırdı. Onların serfirazı Ibnelreşat Ali Ferruh idi. Ferruh fevkelâde zeki, fakat zeki olduğu kadar da şarlatan, haylaz idi. Türkçe güzel bilir, yazar, şiir söyler, lakin daima hakikattan fazla görünmeğe çabalar idi. Mekteb-i Mülkiye'yi son sınıfda her nedense terkeylemiş, Paris'e âdeta firar etmişti. Fakat her gün muntazam Sefarethaneye devam eyliyordu. Göze görünmek, Hükümete çatmak için ne lazımsa yapıyordu. Meselâ o esnalarda, öyle bir hengâmede Süleyman Dedeyi takliden bir «Mevlud-u Şerif» yazdı. Yazmakla kalmadı. Bir gece bütün Türkleri odasına topladı, kemâl-1 debdebe ile tıpkı mevlud okur gibi o eserini okudu. Sonra el yazısiyle güzelce bastırdı. Kerbelâ diye bir mersiye de karalamıştı. Onun için ayniyle böyle yapti. O teliflerini Istanbul'a gönderdi, o menkıbelerini de Saray'a kadar aksettirdi.

Kerbelâ'yı meşhur Kâzım Paşa'ya:

Dil haşlaması, ciğer kebabı
Can-1 nan azizi, kan şerabı

diye tuhfe etmişti. Zaten Ali Ferruh İstanbul'da Mülkiye'de iken pek ziyade maruf idi. Bir harika-yı şiir ve zekâ addolunurdu. Devlet, Huşnek namlarile manzum eserler neşreylemişti. Onlarda:

Evlad. Esas-1 inkilabat
Bir safhasıdır kitap sayın
Alemde muhrip harabat
Şermetde saydır itab-ı sayın

diyerekten Reşat Paşa takrizsiz yazardı. Fakat rivayet ederlerdi ki bu takrizlerin nazımı hakikatta pederi değil, yine bizzat Ali Feruh idi.


1885'de idi, biz Mekteb-i Mülkiye'nin üçüncü senesinde idik. Victor Hugo'nun vefatı haberi geldi. Ferruh mutantan bir mersiye söyledi, TERCÜMAN-I HAKİKAT’ta neşretti. Bu sefer de :

Ey lokma-yi cavidan bulana mur
Victor Hugo'nun kemiklerinden

diye söyle bir telesüfden sonra «Les Orientales104 a telmihan :

Şair bizi eylemişti tahkir
Vahşi diyerek eserlerinde
Şiddetlice bazı yerlerinde
Bizler ederiz o zatı tevkir
Türklerdeki emsalın göresin
Türklerdeki kadirdan göresin

diyordu. Mana hiç, lafız berbat iken bu soluk manzume Mektepce harikulâde bir rağbete mazhar oldu, çünkü Ferruh laf ile, şarlatanlıkla nazarımızda kendini büyük gösteriyordu:

Seksen senelik hatip göçtü
Seksen senelik edip göçtü

Bu türlü sözlerimiz de hakikî şiir gibi görünüyordu. Maalesef bu genç şairlikte bu dereceyi asla aşamadı. Böyle âdî, boş birçok sözler söyledikten sonra söndü, sustu. Paris'te iken o garip neşriyatiyle Istanbul'un nazar-1 dikkatini celp etmiş, Sefir Esat Paşaya 105 çatmıştı. Bu meslekte ilerledi, az zaman içinde ikinci kâtip, başkâtip, nihayet Vaşington Sefiri, Bulgaristan Komiseri oldu. Bu son memuriyette henüz genç iken şeker hastalığından vefat eyledi. Zekâsına sayı yaver olsaydı, âlemde daha kıymettar bir iz bırakırdı. Lakin çalışmak nedir? Bilmezdi. Meselâ Paris Sefaretinde iken Ulum-u Siyasiye Mektebine devam etmişti. Fakat hiç derslere çalışmamış, imtihanlarda gülünç olmuştu, çünkü Mekteb-i Mülkiye'de yaptıklarını orada yapmağa kalkışmıştı, atıp tutmakla hocaların gözlerini boyamak istemişti.

Harabat'ta vardır. Kudemadan Hemdemi Al-Osman'in manzum bir tarihçesini yazmıştır. * zamanına kadar gelmiştir.


Ziya Paşa merhum da o destanı devr-i hamidiyeye kadar uzatmışti. Ferruh bu devri fakat perişan bir tarzda yazmış, edebî manzumelerle beraber Devlet unvanı altında neşreylemiştir. Meselâ hakan-ı mağfuru güya asarile medh eylerken Güllü Agop'la iştihar eden Gedik Paşa tiyatrosunun medreseye tahviline telmihan

Maarifperveri görki tiyatroyu edip tahrip
Yerinde eyledi bin lutuf ile bir medrese inşa

demek garabetinde bulunmuştu.

Yine o sıralarda Paris'te tanıdığımız garip zevatlardan biri de Ubeydullah Efendi106 idi. Ubeydullah muamma gibi bir adamdı.

Nereden geliyordu? Nereye gidiyordu? Ne yapmak istiyordu? Hasılı ne kudret-i ilmiyede, ne fikirde idi? Bilinmezdi. Parisde idi, ne için? İş için mi? Hayır, tahsil için mi? Yine hayır. İrat, servet sahibi mi idi? Hayır. Nasıl yaşardı anlaşılmazdı. Fakat yaşardı. Son derece kanaatkâr idi.

Vehbi'nin bilmem ne münasebetle:

Bir piyaz ile başladı nice yıllar sünbül

dediği gibi Abid de nice yıllar Pariste yarım okka süt, yüz dirhem ekmekle yaşadı. Ahvalden böyle olmakla beraber güzide siret, dedikleri gibi, dervişnihad idi. Çocukluğumda şöyle bir beyit öğrendimdi:

Derunu aşına ol, taşradan bigâne sansınlar :
Bu bir ziba reviştir. Akıl ol, divane sansınlar.

Ubeydullah'ı görünce, tanıyınca bu beyit yadıma gelmişti.

Ali Ferruh'un Mevlud ve Kerbelâ okumaları, okutmaları gibi nümayişlerine Ubeydullah'ın çok yardımı oldu, çünkü hin-i hacette bu merd-i garip cüppesini arkasına giyer, sarığı başa takar, eline subha ve destarçe bile alırdı, öyle gezerdi. O dinî nümayişlerde Ferruh yardım eylerdi. Yine bu muhitte elektrik, mühendislik ve saire tahsili için oraya gelmiş gençlerimiz vardı, lâkin fransızca bir tarafa dursun, türkçe dürüst, düzgün okumak ve yazmak bilmezlerdi. Ali Ferruh bu cemaat-ı uzmayı peşine takar, kahve kahve, oda oda gezer, öylece eğlenir, dururdu.


Biz yeni geldik, St. Michel caddesinde, Suez otelinde elli frank aylıkla büyükçe bir oda tuttuk. Güya bize bir ikram olmak üzere bu vatandaşlar peşimizi bırakmadılar, her gece muntazam otelimize devam eylediler. Meclislerimiz öyle kuruluyordu ki kendimi âdeta Istanbul'da sanıyordum. Mevlut, Kerbelâ derken handelik başladı. O zatlardan birinin sesi güzeldi.

Geceleri aramızda bir şarkı, bir heyheydir, giderdi. Bu nağme ve tarablarla bir kaç def'a otel sahibinin şikayetlerine bile maruz kaldıkdı.

Ferruh, Abid, hatta Süleyman Bey vakitlerini hoş geçirmek kaygusunda idiler, öyle tahsil emelinde değildiler. Halbuki ben cidden teşne-yi irfan idim. Pariste böyle imrar-ı hayat eylediğime bila mübalağa kan ağlıyordum.

Yukarda arzettiğim gibi, arkadaşlarımdan Sadık Beliğ İsviçre'de Cenevre'de idi. Gros isminde bir hocanın evinde, ailesiyle beraber yaşıyordu. Hem o hocadan her gün bir kaç kere ders alıyordu, hem de kendi kendine de müsterihane çalışabiliyordu. Bu hayatını tafsilatiyle bana yazdı, hatta beni de oraya çağırdı.

Bu daveti kemal-i tehalükle kabul eyledim. Paris'i terkederek Cenevre'ye gitmek kararını verdim. Fakat bu kararı arkadaşlarıma açınca onlar hep birden: Paris bırakılır da hiç Cenevre'ye gidilir mi! Herkes Cenevre'den Paris'e tahsil için gelir, «Ah Paris! Paris!» der. Fakat bu sözler tabiî bence ehemmiyetten âri idi, çünkü o zavallı arkadaşlarımın Paris'te nasıl yaşadıklarını, hatta o zamana kadar öğrendiklerini bile unuttuklarını görüyor, o felâketten kurtulmağa can atıyordum. Evet, Paris bir menba-ı kemalat, bir masdar-1 meali idi. Lakin o kemalat ve mealiyi idrak edebilir bir dimağ isterdi ki o da bizde henüz mevcut değildi. Bu sermayeyi, bu meziyeti edinmek için müptediyane olsa da cansiparane bir gerekdi. İşte pejmürde bir hayat ile öyle mesaiye imkân yok du.

Arkadaşlarım sinen benden ileri idiler. Paris'in başka eğlencelerinden, âfetlerinden zevk alıyorlardı. Fakat beni henüz o dilaralar bile âdeta korkutuyorlardı. O şehr-i tarabfezaya geldiğimin ikinci günü idi. Boulevard St. Michel'den geçerken genç, güzel, müzeyyen bir kadın karşıma çıkdı. Yelpazesiyle elime âdeta vurdu. Acemiliğime bakmalı ki ancak uzun uzadiya düşündükten sonra bu darbeyi tefsir edebildim, o kaldırımları öyle fevç fevç altüst eden o kızların ne aradıklarını, ne istediklerini bilahare anladım.


Bir gün arkadaşlarımla beraber Adliye Nezaretine gittik. O muhakeme zaman Pransigny namında pek meşhur bir câniyi ediyorlardı. Bu muhakeme ile bütün Paris halkı meşgul idi. Çünkü evvelâ o cinayet müthiş idi. Saniyen o câni pek acip bir serseri idi, bir serseri ki alüfteler âleminde nasılsa şöhret bulmuştu, bir itibar kazanmıştı, muarefeler peyda eylemişti. Nihayet bir gece harem visaline med'uv olduğu Marie Regnol isminde gayet maruf, dedikleri gibi şahid-i bazar bir fahişeyi, mahza elmaslarını çalmak için öldürmüştü.

Pransigny bir türlü cinayetini itiraf eylemiyordu. Fakat o cinayetin vukua geldiği gece de nerede olduğunu söylemiyordu. «Lazime-yi şeref beni o sırı ifşadan men eyler.» diyordu. Güya bir kadının sayt-1 ismetini muhafaza için böyle yapıyormuş gibi görünüyordu.

Filvaki vaktiyle tanıdığı kadınlar bu câniyi perestişkârane, harisane seviyorlardı. Her hale rağmen öyle bir şenaatı irtikâb etmez sanıyorlardı. Onlardan Madame Sabatier namında yarı alûde yarı pak damen bir kadın berayı şehadet mahkemeye kadar geldi. Fakat ne meftunane, ne âşıkane idare-yi kelam eyledi. Muaşıkının, Pransigny'nin o cinayeti işlemediğini, işleyemiyeceğini ne tazallumlarla isbata çalıştı.

Süleyman Bey ve ben bir sabah erkenden Adliye Nezaretine gittik. Beş, altı saat kapının önünde bekledik. Nihayet mahkeme-yi cinayetin bir köşesine sıkışarak bu muhakemenin son celsesinde bulunduk. Fakat en fena bir yerde bulunduk, muhakemeyi anlayamadık. Hatta hâkimleri, heyet-i udulü, câniyi, müdafaa vekillerini bile ancak uzaktan uzağa, zor belâ görebildik.

Demanges dedikleri büyük bir dava vekili Pransigny'yi müdafaa ediyordu. Reis-i aza-yı mahkeme, hatta müdde-yi umumî bu vekile karşı hürmetkâr görünüyorlardı. Hakikaten herif müdafaanamesini harikulâde bir surette irad eyledi, bütün heyet-i hâkimeyi, samiini heyecana düşürdü.


Nihayet hatime-yi müdafaada bir elini kalbinin üzerine koydu, birini havaya kaldırdı, öyle muhteşem bir eda ile :

  • Pransigny hırsız mıdır?
  • Evet!
  • Pransigny hırsız yatağı mıdır?
  • Evet!
  • Pransigny kâtil midir?
  • Hayır, hayır!

diye bağırdı. O vakit herkes gibi beni de bir ra'şe istilâ eyledi. Ortalığı derin bir sükût ihata etti. Muhakeme hitama erdi, heyet-i udul müzakere salonuna çekilmek üzere idi. Pransigny ayağa kalktı, korkunç bir savt ile haykırarak :

  • Ya mevt! Ya hürriyet!

dedi. Yani ya beni idame mahkûm edin, ya tebriye edin demek istedi. Fakat idama mahkûm oldu.

İşte Paris'te ancak on gün süren bu ilk ikametimden hatırımda sade bu hadise-yi adliye kaldı.

Yukarda arzettiğim veçhile kararımı verir vermez, Sadık Beliğ'e mülaki olmak üzere Paris'ten trene binerek İsviçre'ye, Cenev-. re'ye yollandımdı.

(12)

Sadık Beliğ Cenevre'ye yarım saat mesafede kain Confignon denilen bir sayfiyede, bir hususî muallimin köşkünde ikamet eyliyordu. Köşk latif idi. Bahçelerle muhat idi. Muallim iyi bir adamdi. Evine hariçten genç ecnebileri alıyordu, onlara lisan ve ulum-u saire öğretiyordu. Ben de Sadık'a iltihak ettim. Hocadan sabah bir ders, akşam bir ders alıyorduk. Fransızca sarf ve nahv, kıraat, imlâ hep muntazaman, muterriden okuyorduk, şiirler ezberliyorduk, her gün sekiz, on saat çalışıyorduk.

Bu hayat benim için pek ziyade istifadebahş oldu. Az zaman içinde hem fransızcayı ciddi bir surette öğrenmeğe başladım, hem de fikren feyiz buldum.

Yaz mevsimi bitince sayfiyeden şehre, hocamızın Bonivar sokağındaki daire-yi mahsusuna indik. Cenevre'ye geleli daha iki, üç ay olmadıydı, müktesebatim fevkelâde artmıştı, bu ömr-ü tahsil ve sayımdan pek hoşnut idim.


Muallimimiz Mösyö Gros hiç boş bir adam değildi, şehrin ekâbirinden idi. Fransızcada vukuf-u külli sahibi idi. Fakat almancaya da vakıf idi, esasen meslek-i tedristen yetişmişti, pek çok talebe yetiştirmişti. Bir aralık bilmem hangi sülaleden bir Alman prensini tehzip ve terbiyeye memur olmuştu. Memuriyetinde büyük bir muvaffakiyet göstermişti, hâlâ o şakird-i güzini ile, o hanedan ile münasebette idi. Büyükce dört erkek çocuğa mâlik idi. Bu çocukların en büyüğü mühendislik, ikincisi dişcilik, üçüncüsü kimya tahsil ediyorlardı. Dördüncüsü de henüz mekteb-i idadîde idi. Bu çocuklar zeki idiler, fakat pek çalışkan değildiler. Ahlaken de aşağıca idiler. Mösyö Gros'un haremi genç vefat eylemişti, çocukları annesiz büyümüşlerdi.

Hayat-ı şebabımın en güzel bir faslını bu esnalarda geçirdim. Bir yandan evde böyle mükemmel bir hocadan derslerimi alıyordum, bir yandan da muntazaman Cenevre Darülfünuna samiin sifatiyle devam ederdim. O Darülfünunun o vakit iki büyük rüknü vardı. Onlar da edebiyat muallimi meşhur Edouard Rude, felsefe muallimi Gort idi. Yüksek dersleri önceleri idrak edemiyordum. Sonra yavaş yavaş anlamağa başladım. Rude pek fasih, pek mükemmel bir hoca idi. Harikulâde bir kuvve-yi kalemiyeye de mâlikdi. Zaten güzide hikâyeler yazardı. Çok geçmeden o darülfünunu da, hatta Cenevre'yi de, İsviçre'yi de bıraktı, Fransa'ya geldi, maruf bir hikâyenüvis, büyük bir edip oldu, fransız büyükleri sırasına geçti. Bir kaç sene evvel vefat eyledi. Felsefe muallimi ise hemen o derece fazl ve zekâ sahibi idi. Sadık Beliğ henüz evdeki tahsil ile iktifa eyliyordu. O devirde bu darülfünunda benden başka Türk yoktu. Ancak gerek Rusya'dan, gerek Anadolu'dan gelme bir çok ermeniler, ermeni gençleri vardı ki fakir-ül-hal idiler. Fakat son derece çalışkan, ilmen de müterakki idiler. Hocaların takrirlerini güzelce zapt eyliyorlardı. Bu gençlerin bazılariyle muarefe peyda ettikdi. Hatta onların himmetiyle bu şehrin hayat-ı siyasiyesine bile âgâh oldukdu.

İsviçre siyaseten nezih olduğu kadar garip bir memlekettir. Bir kere devlet itibariyle bütün İsviçre'nin umumî bir siyaseti vardır. Lakin, müteaddid ve bir dereceye kadar müstakil canton'lardan, eyaletlerden müteşekkil olduğu için hususî bir siyaseti de vardır. Her eyalet merkeze karşı istiklâlini şiddetle muhafaza eyler, merkez de o istiklâle hürmet eder. Fazla olarak her eyalet başlı başına da bir siyasete, bir cidal-1 siyasîye, bir hayat-ı siyasîye mazhardır. Meselâ Cenevre o zaman siyaseten ne teheyyüçler içinde idi. Mutedil ve müterakki iki fırkaya ayrılmıştı, mücadelelere tutulmuştu. Şehrin hemen ortasında «Mebna-yı İntihabat» dedikleri bir binayı mahsusu vardı. Meclis'i Millînin intihabatında halk o daireye toplanırlardı. Her fıkranın murahhasları kürsü-yü hitabete çıkarlar, fikirlerini mesleklerini, müdafaa ederlerdi. O sıralarda Cenevre'nin Meclis-i Millîsinde ekseriyet firka-yı müfritede idi. O fırkanın reisi de Carteret isminde bir ihtiyar idi. Mutediller mevki-i iktidarı müfritlerden almak için yeni intihabatta var kuvvetleriyle çabalıyordu. Hâlâ hatırımdadır, bir gece o intihabat dairesine gittikti. Her firkadan binlerce halk, kadın ve erkek, vasi bir divana toplanmışlardı. Muhalif, muvafık her güruhun hatipleri birer birer kürsü-yü mahsusa çıkıyor, meslek ve maksad-ı siyasilerini kemal-1 talakatla bast eyliyorlardı. Fakat her iki taraf yekdiğerine karşı ne derece nezahet ve hürmetle muamele ediyordu.


İptida fırka-yı müfriteden o zikrettiğimiz Carteret gelmişti. Yetmişlik bir pir ki söyleyeceğini uzun uzadıya cerbeze-yi nutkiyesini gösterekten söylemişti. Huzzarın alkışlarına nail olmuştu. Sonra fırka-yı mutedilenin bir hatib-i marufu hukuk darülfünunun bir üstad-1 benamı Riccard ona cevap verdi, mutedillerin nokta-yı nazarlarını izah kıldı, müfritleri muaheze etti. O da mazhar-ı takdir oldu.

İsviçre her cihetce mes'ut, müreffeh bir memlekettir. Siyasette bile hercümerc, ihtiras, iğtişaş nedir bilmez, huzur ve sükûn içinde yaşar.

O sene Cenevre'de harikulâde bir kış olmuştu, külliyetle kar yağmıştı, arabalar, tramvaylar işlemez oldu. Halk bir nev'i kızaklarla gezerdi. Fakat o ne letafet-i garra idi. Etrafın dağları beyazlarla, hatta beyaz dumanlarla muhat idi. O tarihten onbir, oniki sene sonra Süleyman Nazif oraları gezer, bu manzara-yı garrayı beht ile seyr ederken

Dağlar duman içinde
Gönlüm keman içinde

demişti. Tabiat ve san'atın ahenkdar bir imtizacından husule gelmiştir. Fakat o ne güzellik, o ne temizlik, o ne cazibe idi: bir taraftan göl, nehir, o pak sular, bir taraftan o yüce, kâh karlı, kâh berrak, kâh dumanlı dağlar, idrak-1 mealiye o henüz açılmış zihnimi, fikrimi nurlarla dolduruyordu, gönlümü vecde getiriyordu. Bütün bu havarıkı böyle hayran, meftun temaşa ettikçe Nedim'in: Kûh ve derya iki canipten derağuş eylemiş Sanki derya dayesi kehsar ise lalasıdır

Kûh sakınmakda ruhsarın doğar günden onun
Bahr ise aynadar talat-ı zibasıdır

beyt-el-kasidleri yadımı latif latif dalgalandırdı. Şehir bile tepeden tırnağa bembeyaz idi. Soğuğa tahammül ettikçe öyle berf içinde gezmek, dolaşmak pek hoş idi. O kar kıyamet beni bir gün darülfüna vaktiyle gitmekten men edemedi, beni değil en ihtiyar hocalarımızı bile men edemiyordu.


Sadık Beliğ ile ekseriya beraber çalışıyorduk. O zaman bu garip arkadaşımı bir türkce şiir ezberlemek, hatta söylemek merakı sarmıştı. Fakat böyle yapabilmek için metin bir hafıza isterdi. Zavallı Sadık ona mâlik değildi, topu topu beş on beyt bilirdi, onları da doğru okuyamazdı. Bir gün pek sevdiğim bir gazelin:

Gel, ne korkarsın ecel sima-yı zerimden benim
Kurtar, Allah aşkına dünyayı derdimden benim
Bir hüda-yı aşkım tahlil olunsa tiynetim,
Dehre bin mecnun gelir, her cüz'ü ferdimden benim
Rad'u berki bak ne müthiştir hava-yı aşkımın
Runüma bin yıldırım bir ah serdinden benim

beytlerini perişan bir tarzda inşad eyliyordu. Bu zevksizliğe canım sıkıldı, »Kuzum, Sadık, işin gücün kalmadı da şimdi şairliğe mi kalkıştın?» dedim. Bu sözler ona fena dokundu, aramızda uzun bir münakaşaya bâdi oldu. O kadar ki birbirimizle kavga etmek derecesine geldik. Bu ufak hadise hayatımı değiştirdi. Zaten fransızcamı oldukca ilerilettimdi, Paris ile muhaberede idim. Süleyman Bey bana muttasil o şehr-i şaşaadarın kemalatını yazıyordu. Yazıyor, bitiremiyordu. Hemen pılımı pırtımı topladım, trene bindim, yine Paris'e geldim.

Beni en ziyade o diyara celbeden o sıralarda vukua gelen reis-i cumhur buhranı idi. Damadı Wilson'un nişan alış verişi gibi irtikâb ettiği bazı yolsuzluklardan naşi reis Grévy 107 bizzat müstakim bir zat olduğu halde istifa etmeğe mecbur olmuştu. Çünkü rical-1 hükümetten kimse onunla teşrik-i mesai istemiyordu. Yeni bir reis intihab olunacakdı. Lakin ortalık pek kargaşalık içinde idi. Fırka-yı mutedile Jules Ferry'yi 108 riyaset-i cumhuriyete ref etmek fikrinde idi. Müfritler ise ona şidetle muhalif idiler. Hele meşhur Rochefort 109 her gün o zehirengiz makaleleriyle Ferry'nin aleyhine yıldırımlar yağdırıyor, avam-ı nası tahrik eyliyordu. İntihab günü Paris sokakları hıncahınç halk ile doldu, harikulâde nümayişler oldu. Şayet Versailles'de toplanan ayan ve mebusan Jules Ferry'yi intihab ederlerse bir ihtilal vukua geleceği bile söyleniyordu. O zaman hizb-i ifratın en benam rüknünü teşkil eden Clémenceau110 bu yangına âdetâ körükle gidiyordu.


Küme küme cemaatlardan: «Yere batsın Jules Ferry!» nidaları yükseliyordu. «Yaşasın» diyenler pek az idiler, o kadar ki seslerini ziyadece çıkarmakdan korkuyorlardı, ihtirasat o derece keskin idi.

Biz bu halk-ı müteheyyici yakından görmek için Versailles'a kadar gidemedik, Grands Boulevards'lara gittikti. Bir aralık Jules Ferry intihab olundu diye bir şayia çıkdı. O zaman o cem-i gafiri görmeli idi. O ne tuğyan, ne huş ve huruş idi. O hükümet adamı ezkaza bu ellere düşseydi bilamübalağa parça parça olurdu.

Sonra haber alındı ki bu rivayet sahih değil imiş. Herkese bir sükûnet geldi. Nihayet netice-yi intihabat tebeyyün etti. İlk devirde filhakika en ziyade haiz-i ekseriyet Jules Ferry olmuş, fakat ikinci devirde yine Cumhuriyet tarafdarları bir isyandan ihtaraz ederek ona mukabil Carnot'yu" sürerler, üçüncü devirde bu zati intihab ederler.

Carnot o vakit şahsen pek maruf değildi, fakat büyük nami hamil idi. İnkılab-ı kebirin erkân-ı uzemasından meşhur Carnot'nun hafidi idi. Bizzat halim, selim, mütefennin bir adamdı. Evvelce Nafia Nezaretinde bulunmuştu. İşte bu meziyetlerine mebni öyle birden bire mazhar-1 ikbal oluyordu. İntihab edildi.

Bu dağdağa-yı intihabat bana çok tesir etmişti. Bütün o münakaşalar, o mübahaseler rüyama giriyordu. Büyük «Boulevard «larda gezerken bilmem hangi gazetenin önünde bir cemaat-ı müteheyyiceye tesadüf ettimdi. Bir cemaat ki avazı çıkdığı kadar: «Jules Ferry öldü, Jules Ferry geberdi» diye bağırıyordu. Derken birden bire o binanın balkonuna üstübaşı temiz, mükellef bir zat çıktı, o halka karşı «Hayır, efendiler, Jules Ferry ölmedi, Jules Ferry berhayattır, yaşasın Jules Ferry!» diye haykırdı. Bu tecellüd o kitle-yi müheyyice-yi nasa bir kaç dakika buz gibi tesir etti. Fakat çok geçmeden yine herifler kendilerini topladılar, yaygaralarına koyuldular.


Avam-1 nasin Jules Ferry'ye bu derece adaveti nereden ileri geliyordu, o sırrı kimse bilmiyordu. Bu hükümet adamı fırka-yı mutedileden idi. Hususiyle meşhur Gambetta'nın bir hayır-el-halefi idi. Onunla beraber mevki-i iktidara gelmiş, o vefat ettikten sonra müstemlekât vesaire hususunda ayni siyaseti takib eylemiş ve eyliyordu. Esasen hürriyetperver olduğu için Maarif Nezaretinde iken gayet ahrarane hareket etmiş, muhafazakârları fena darıltmış idi. Müfritlerle zaten pençeleşiyordu. Her tarafdan daima en ağır hücumlara, iftiralara maruz idi. Hatta o tarihten iki sene evvel riyaset-i vükeladan mahza müzevvirane bir muhaceme ile düşmüştü. Jules Ferry, tıpkı Gambetta gibi o zaman Fransa'nın bir müddet Alsace-Lorraine derdini unutmasına, o büyük zararı müstemlekât ile telafi eylemesine tarafdar idi. Zaten Bismarck da fransızların bu tarz-ı inkişafına razı olduğunu Berlin Mutemir-i Kebirinde göstermişti. Bu saika ile Jules Ferry evvela Tunus'a el uzatmıştı. Saniyen aksa-yı şarkda, Tonkin cihetlerinde tevsi-i memalike kalkışmıştı. Bu son havalide bir parça müşkülata uğramış, oralara sevkiyat-ı askeriyeye mecbur olmuştu. Bu fırsattan istifade ile başta yine Clémenceau olduğu halde muhalifleri ona şiddetle hücum eylediler, hatta galiba 1884, 1885 tarihinde idi, bir gün meb'usandan birden bire fransız ordusunun Tonkin civarında yerlilere karşı bir hezimete uğradığına dair bir rivayet çıktı. Bir telgraf okundu. Ortalığı bir heyecan, bir galeyandır aldı. Jules Ferry riyaset-i vükeladan derhal çekilmeğe mecbur oldu. Filhakika bir kaç gün sonra o rivayetin yalan, o telgrafın sahte olduğu anlaşıldı. Ama iş işten geçmişti, muarızlar muradlarına ermişlerdi. Hakikat meydana çıkmış olmakla beraber avam yine o şayıaların tesiri altında idi. Jules Ferry'ye Tonkinli-lakab-ı hakaretamizini veriyor, adavet ettikçe ediyordu. Bu halkı böylece iğfal eden matbuat, bahusus matbuatın Rochefort gibi kılıcı son derecede keskin zehirnak sergerdeleri idi. Maamafih memleketin en güzel düşünenleri Jules Ferry'den tarafa idiler. O müstemlekât siyasetini takdir ediyorlardı. Bu zatı Grévy çekilince cumhuriyet riyasetine getirmek isteyenler de onlar idiler. Fakat bir yandan erbab-ı ifratın bir yandan da muhafazakârların muhalefetlerine, arz ettiğimiz gibi, karşı gelemediler, meramlarına eremediler.


Memleketimizde böyle siyasiyat ile meşgul olamadığımız, bir cidal-ı siyasiye atılamadığımız için o zaman biz gençler böyle uzaktan uzağa olsun fransız siyasetine samimî alakadar olmakla, bu mücadeleleri harfiyen takip etmeğe koyuldukdu. Paris'e bu ikinci gelişimde şehrin haricinde, Neuilly'de Institut de Casseborne namı altındaki medresesî müesseseye girdimdi ki o da hususî bir mektep demekdi. Ayrıca bir daire açmıştı, oraya ecnebîleri kabul ediyordu. Biz beş altı ecnebî genci idik. Müdür-ü mektebin -ki ayni zamanda sahib-i müessese idi ailesiyle beraber yemek yiyorduk. Hususi hocalardan ders alıyorduk. Güya darülfünuna girmek için hazırlanıyorduk. Lakin tedrisat yolunda değildi. Hocalar işi baştan savma tutuyorlardı. Pek uzakta olduğumuz için darülfünun derslerinden, Paris'in diğer kemalatından istifade edemiyorduk. Bu sefer Cenevre gözümde tütüyordu. Bir yandan hoca Gros'nun Bonivar sokağındaki sakin evi, o güzide tedrisatı, bir yandan yakınımızdaki darülfünun, tiyatro ve saire hayalimden çıkmıyordu. Ay nihayeti yine İsviçre'ye döndüm. Artık ilkbahar yaklaşıyordu. O latif Cenevre ki Avrupanın nezafet itibariyle o zaman en birinci şehri idi, bana bu sefer bir derece daha güzel göründü. Yine aynı hocadan ders alıyordum. Fakat Mont Blanc caddesinde Pension Richardet dedikleri bir nev'i misafirhanede oturuyordum. İsviçre'nin böyle misafirhane hayatı, hususiyle bir Türk genci için garip olduğu kadar cazibelidir, çünkü tanımadık, görülmedik bir âlemdir. Bu misafirhanenin sahibi kadın yetmişlik hoş ihtiyar idi. Halinden, tavrından anlaşıldığı üzere temiz, belki de kibar bir aileden idi. Sevk-1 ihtiyaç ile bu işe girmişti. Bu pansiyonda ikamet edenler çoktu. Ekseriyetle de kadın idi. Madame Richardet'den rica ettim, Fransızca mümarese edinmek için beni sofrada bu lisanı iyi bilen birinin yanına koysun. İlk akşam sofraya indim, yerimi gösterdiler, oturdum. Yemekte kalabalık idik. Ekseriyetimizi ihtiyar kadınlar teşkil ediyordu.

Daha o zamana kadar öyle bir ecnebî cemiyetinde bulunmadımdı. Bu cemaattan sıkıldım, kızardım. Sağ tarafımda uzun boylu, sarı saçlı latif bir hanım vardı. Solumda ise öyle güzel değil, fakat kıskıvrak, bir parça yaşını almış bir kadın oturuyordu. Kitaplarda okuduğuma, ağızdan işittiklerime müsteniden odaya girince lüzumundan fazla bir itibar ile selam verdimdi. Sahibe-yi hane ben gelmeden evvel kim olduğumu anlatmış olmalı ki herkes bana merak ile bakdı, çünkü o tarihde, 1888 iptidalarında Cenevre'de Türk nevadirden idi, şimdi olduğu gibi değildi. Zaten o vakitler Türk Avrupa'da alelitlak bir nev'i garibe idi. Montesquieu'nün Acem Mektupları'ndakı 112 «İnsan nasıl Türk olabilir?» kavl-1 marufu henüz dillerde idi.


Sofraya oturdum. Solumdaki kadın bana ikram olmak için kâh önüme tuzluğu uzatıyor, kâh da ayni tarzda başka cemileler gösteriyordu. Sağımdaki hanım ise hiç iltifat etmiyordu. Ancak arasıra o iri, o güzel gözlerini her tarafa olduğu gibi benden yana da hafif bir ibtisam ile atfeyliyordu. Ben ortada eziliyor, bozuluyor, ne yaptığımı, ne söylediğimi bilmiyordum, çünkü ömrümde ilk def'a olarak böyle, bu çeşid kadın meclisinde bulunuyordum. Yavaş yavaş uzaktan uzağa işittiğim mükâlemelerden anladım ki o genç hanım bir rus kızı, öbürü de bir ingiliz idi. O bana daha mültefit göründüğü için zor bela o ingiliz hanımına: «Londra'lı mısınız?» diyebildim. O da tuhaf, lakin soğuk bir eda ile «Hayır, değilim.» cevabını verdi. Mükâlememiz kesildi, mahcubiyetim daha ziyade arttı. Öyle sanıyordum ki sofradakiler bana bakıyorlardı, benimle için için eğleniyorlardı. Belki de öyle idi. Böyle sıkıldığımı uzaktan gören sahibe-yi hane güyâ imdadıma yetişti «Genç Efendi, sizi oraya oturttuk ki o muazzez küçük hanımı eğlendiriniz,» dedi, «halbuki siz ağzınızı açmıyorsunuz. Civanmertlik böyle mi olur?» dedi. Beni daha ziyade mahcup etti. Yemeğin sonları idi. Peynir yiyorduk. Var kudret-i beyanımla o güzel komşuma: «Mademoiselle, peynir sever misiniz?» dedim. Kızcağız, yine müteaccibâne gözlerini üzerime dikdi. Kuru bir tebessümle cevap verdi ve sustu. Ben biçare ise müsahabeyi herçebadabad devam ettirmek derdiyle: «Biraderiniz peynir sever mi?» demeğe kadar vardım. Sual-1 ahmakanemin cevab-ı müstehakı sükût ise de o mademoiselle ufak bir kahkahadan nefsini men edemedi ve bana da fakat nüvazişle: «Benim biraderim yok ki. O ne tuhaf sual» dedi. Lakin öyle rifk ile dedi ki aramızda bu sefer tabiî bir sohbet başladı. Selâmet doğrulukta olduğunu bildiğim için o güzel hanıma iztirabımın sebeplerini anlattım. Acemiliğimi, ilk def'a olarak böyle latif bir mecliste bulunduğumu söyledim. Sözlerimden, safdilliğimden o da mahzuz oldu. Mademoiselle Rozenşild ismini taşıyan bu rus kızı Petersburg'dan, oldukça maruf bir aileden imiş ve minelgaraib Nazım Paşa¹³ merhumu pek güzel tanıyormuş. Bir gün bana merhumun iki çocuğu ile beraber çıkardığı bir zabit resmini gösterdi. «Bu efendiyi tanıyor musunz? Sadrazam Ali Paşa'nın damadıdır. Petersburg'da ataşemiliter idi.» dedi. Nazim Paşa'yı nereden tanıyacaktım. Fakat tabiî Âli Paşa'yı biliyordum. Ondan uzun uzadıya bahs eyledim, «papier entêté»> fıkrasını anlattım.

Günler geçtikçe Mademoiselle Rozenşild ile münasebetimiz saf ve samimî bir tarzda ilerledi. Yemekten sonra daima salonun bir köşesine çekiliyor, uzun müddet görüşüyorduk. O zaman bende şiir merakı vardı. Bilhassa Lamartine diye çıldırıyordum. Meşhur «Göl»> manzumesini ezberledimdi, lisanımdan düşürmüyordum. Hatta Ethem Pertev Paşa'nınkini114 beğenmeyerek, maamafih daha fena bir tarzda şöyle tercüme ettimdi :


Ey gül, ne vaktedek bu hazansay mevc mevc
Tâ ki bu cuşiş esefaray fevc feve

Bu tercümeyi uzun bir mütalea-yı edebiye ile beraber o zaman İzmir'e, Halid Ziya'ya gönderdimdi. O da takdirkârane bir başlık ile HİZMET'e derç etti, beni pek sevindirdi.

Rus kızı bir yandan Türklüğe, Türk gençliğine alakadar oluyordu, İstanbul hayatına, Mekteb-i Mülkiye âlemine dair anlattıklarımı eğlenceli buluyordu. Ahmet Mithat Efendi merhumun ruhuna rahmet: henüz onyedi yaşında idim, o kız da yirmibeşi mütecaviz idi, maamafih bence mücessem sabahat idi. O zamana kadar başımdan sevda dedikleri hiç geçmemişti. Aşk gönlümde değil dilimde idi :

Açar aguşumu figan ederim
Beni öldürdü iftirak derim

tarzında şiirler söylerdim ama sözlerim :

Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.

kavl-1 marufuna masadak idi. Henüz ne sevmek, ne de sevilmek biliyordum. Bu mademoiselle ile görüşürken hatırıma hiç öyle bir fikir gelmemişti. Musahabelerimiz hep ciddî ve umumî idi.

Bir cumartesi akşamı Madame Richardet bir müsamere tertip eyledi. Evvelâ Byron'un «Sıçan» unvanlı meşhur muzhekesini o ihtiyar kadın bir iki gençle beraber pek mükemmel oynadı, hepimizi güldürdü. Sonra bir raks başladı. Benim de derdim bu raks âlemini görmek idi. Hatta «frak» dedikleri frenk elbise-yi mahsusasından bir takım kiraladımdı, giydimdi. Sofraya o kıyafetle geldiğimi görünce bana güldülerdi.

Bu müsamere çok hoşuma gitti. O devirde böyle bir muhitte bir Türk genci olmak bir imtiyaz idi, çünkü nevadirden idi. Bazı hanımlar, hele Mademoiselle Rozenşild acemiliğimi, cehlimi bildikleri halde yine benimle raksettiler. Bu mademoiselle'in peşinde bir devre-yi raksa mazhar olmak için koşan efendiler çokdu. Fakat o vaktinin bir kısmını benimle geçiriyordu, hatta bazen benimle oynuyordu bile. Bu nüvazişlere minnerdarlığımdan bir kerre bir devre-yi raksdan sonra vecde geldim, «Mademoiselle size âmak-ı kalbimden arz-ı teşekkür eylerim» dedim. Gülerekden: «Vay sizin de kalbiniz var mı?» dedi. Ben de şevkimden: «Evet var, hem de pek temiz, pek saf bir kalbim var.


İsterseniz size takdim edeyim» cevabını verdim. Fakat başka hiç bir fikre zahib olmayarak öyle gelişi güzel söz olmak üzere o cevabı verdim. Kızcağız kızardı. Yelpazesiyle didar-ı ismetini kısmen örterek: «Veriniz, alırım» dedi, hafifce elimi sıkdı. Gariptir. O söz bu temas bana bir elektrik cereyanı gibi geldi. Kalben de, fikren de bir lahze sarsıldım. O sırma saçların, o elâ gözlerin in'itafı ruhumda artık başka tesirler uyandırmağa başladı. Bu dakikadan sonra o müsamerede bence başka bir cazibe vardı. O gece sabah olmasını gönlüm istemiyordu. Fakat ben de eski şairlerin dedikleri gibi gülbe-yi ahzanıma döndüm. Artık hayatımda bu latif kız, bu saf aşk büyük bir yer tutuyordu. Onunla her telakiden sonra yine tabir-i kadimizle deli divane oluyordum. Kızarıyordum, bozarıyordum, göl kenarını uzun uzadıya ateşler içinde devrediyordum.

Sabahleyin uykudan kalkar kalkmaz elim bir sabırsızlıkla, kararsızlıkla öğleyi bekliyordum. Öğle iftirakından sonra da akşam telâkisine vakf-1 âmal eyliyordum. Bu garam-1 ismet böyle maksatsız, müntehasız günlerce devam etti, beni vakit vakit neşvelere, hummalara gark eyledi, kâh güldürdü, kâh ağlattı.

Bir gün öğle yemeğinde idi. Mademoiselle Rozenşild sofraya telaş içinde ve hilaf-1 mutad bir parça geç geldi. Benimle pek az görüştü, çünkü zihnen meşgul görünüyordu. Yemeğin nihayetine doğru idi, bana dedi ki: «Biz telgraf aldık, bu akşam Cenevre'yi terk ediyoruz, Petersburg'a gidiyoruz. Saat beşte lûtfen buraya gelirseniz size emanetlerim var, veririm.»

Bu haber beni son derece mahzun etti. Ömrümde ilk def'a olarak bu çeşid bir acı hisseyliyordum. O bir kaç saatı pek büyük bir iztirab içinde geçirdim. Delidivane gibi gölün en tenha kenarlarında dolaştım, durdum. Saat beş olunca misafirhaneye döndüm. O güzel kızcağız da geldi. Latif bir yolcu kıyafetinde idi. Bana iki resmini verdi. Biri benim içindi: «Genç bir Türk dostuma⟫> diye mültefitane bir kitabeyi de muhtevi idi. Diğeri Nazım Paşa içindi. Evvelce bir kaç def'a lakırdı arasında dedimdi ki şayet o Cenevre'den giderse ben de vatanıma dönerim, artık bu yerlerde kalmam, Nazım Paşa'ya da o tasvir-i latifi bu avdet fikrine mebni bana tevdi eyliyordu.


Bir müddetcik sonra İstanbul'a döndüğüm zaman Nazım Paşa'yı görmek, bulmak müyesser olmadan aşağıda hikâye edeceğim veçhile biz tevkif edildik. Kâğıtlarım müsadere olundu. O sırada o resimler de gitti, galiba evrak-1 muzıreden sayıldı. Bir kaç sene sonra idi ki talihin garib bir cilvesiyle Antakya'da aşar ihalesine memur iken berayı teftiş oraya gelen Miralay Nazım Bey'e tesadüf ettimdi. O hatırayı uzun uzadıya anlattımdı. Antakya'nın o latif mesirelerinden birinde, Harbiye bahçelerinde merhum ile saatlarca Mademoiselle Rozenşild'den, Avrupa'dan, o güzelliklerden bahs eyledik, bu vesile samimî bir surette tanıştık.

Tuhafdır, gençliğin tesiriyle olsa gerek. Sofrada o güzel komşudan mahrumiyet beni gittikçe düşündürdü. Düşüne düşüne zihnimde Cenevre'den İstanbul'a avdet kararını verdim. Zaten ailece işlerim bu nabemevsim gaybubetimle bozulmuştu. Mekteb-i Mülkiye âlemi bütün o renk renk sergüzeştleriyle gözümde tütüyordu. Fransızcam da oldukca yola girmişti. Avrupa'yı gördümdü, tanıdımdı. Mülkiye'den şehadetnamemi alarak daha müsait şartlarla yine gelmek üzere İstanbul'a dönmeğe karar verdim. Kararımı da derhal mevki-i icraya koydum. O yar-ı candan iftirakın haftasında idi ki trene bindiğim gibi Marsilya'ya geldim. Tam o akşam Messageries vapurlarından «Portugal» İstanbul'a müteveccihen hareket eyliyordu.

Acentaya giderek bilet alırken karşıma gayet terbiyeli bir insan çıkdı, beni nüvazişlere boğdu. Hiç bir ücret mukabilinde olmayarak bana yardım edeceğini söyledi. Her işi benimle beraber gördü, her tarafa refakatımda geldi. Derken lakırdı arasında beni deniz tutup tutmadığını sordu. Fena tuttuğunu söyledim. Bu dert için mükemmel bir deva olduğunu anlattı. Beni bir eczahaneye götürdü. Eczacıya ne istediğimi anlattı. Herif ilk vehlede şaşırdı, fakat sonra işi anladı. İçeri girdi, bir büyük şişe su ile geldi. Kırk frank, dedi, Lehülhamd oyunun farkına vardımdı. Öfke ile kapıdan dışarı fırladım. O acip adam yine arkamdan geldi. Bu sefer evvelce söylediklerini unutarak bir kaç saattan beri hizmetimde bulunduğu için büyükce bir ücret istemeğe kalkıştı, beni tehdide başladı.

Bir parça ötede bir polis memuru duruyordu. Ona müracaat ederek vak'ayı anlatmak üzere iken dolandırıcı herif yanımdan kayıp oluverdi.


(13)

Mevsim henüz ilkbahar idi, latif bir hava ile İstanbul'a geldik. Vapurda pek az yolcu vardı. Güvertede Karadeniz sahilinden bazı Türklere tesadüf ettimdi. Bu adamlar Fransa'ya yumurta götürmüşlerdi. Şimdi memleketlerine dönüyorlardı. Avdetimi telgrafla aileme bildirdimdi. Fakat istikbalime ancak Süleymanpaşazade Sami, o vefakâr arkadaşım gelmişti. Sami bizim için âdeta bir veli, müşfik bir birader idi, her işimizi görürdü. Evime uğrayarak ne günü geleceğimi öğrenince vapura koşmuştu.

Arkadaşlar âdeta bana bir tehniyet alayı yaptılar. Ekseriya bizde sık sık toplanırdık. Avrupa'da gördüklerimi tafsilatiyle onlara anlatırdım. Bir gün Cenevre'deki o muhtelif talebe cemiyetlerinden şevk ile bahsettim. Helvetia, Philadelphia vesaire gibi. O gençler bu hikâyeleri merakla dinlediler. Nihayet biz de Mekteb-i Mülkiye namına böyle bir cemiyet tesis etmeğe karar verdik ve kararımızı derhal mevki-i icraya koyduk.

Cemiyetimize bir nizamname yaptık. Tıpkı Cenevre'de gördüklerimi mevki-i tatbike koymak istedimdi. Biz de nizamnamemizi ona göre tanzim ettikti. Hatta bir alâmet-i farika olmak üzere cemiyetin bütün efradı kırmızı fes, mavi püskül taşıyacakdık, çünkü İsviçre talebe cemiyetlerinde bu alâmet hususî bir kalpakdır. İkinci ve üçüncü içtimalarda bir kısmımız böyle birer fes giymeğe başladıkdı.

İlk içtimada ben reis intihap olundumdu, Fehim kâtip olduydu, bir diğeri de sandukkâr tayin edildi. İntihabat her ay tecdid edilecekdi.

Müzakerelerimiz pek sürekli idi. Bir kerre medeniyet-i kadime ile medeniyet-i cedide arasında ahlak nokta-yı nazarından bir muvazeneye giriştik, saatlarca mütalealar basit eyledik. Bir def'a da ben üstad Ekrem'in Tefekkür'ündeki uzun manzumeyi Cenevre mü samerelerinde gördüğüm veçhile âdetâ bir mümessil evza-ı alarak bülend avaz ile, renk renk edalarla inşad eyledimdi. Nihayet:

  • «Geldim baba, açın kapuyu...

  • Vay, gözüm Nijad
    Gel sohbetiyle hatırı şadan eden çocuk

beytini müheyyiç bir tavır ile, mahir suret ile okudumdu, alkışlara mazhar oldumdu.


Bu içtimaların, bu münakaşaların hitabetce, kitabetce her hususca terakkiyatımıza büyük hizmeti oluyordu. Fakat o devr-i istibdatta bu cür’etimiz harikulâde bir hareket idi, bir hareket ki nasıl dört hafta devam edebildi, nasıl göze çarpmadı. Sonradan hakikat-1 ahvali güzelce anlayınca, hayret ettik..

Dördüncü hafta, dördüncü içtimaımızda idi. Bermutad her birimiz o hafta zarfında hazırladığımız eserleri okuduk, mübaheselerimiz bitti, yeniden intihabatımız icra olundu. Bu sefer riyaset ya Reşid'e ya Reşat Bey merhuma geçti. Keyfiyet-i intihab bir parça ateşli olmuştu. O esnalarda konağın alt katından bir gürültüdür koptu. Hemen aşağıya koştum. Baktım ki üstü başı temizce bir zat yukarı çıkmak istiyor, fakat uşağımız Mehmet Ağa şiddetle ona mani oluyordu. Arkadan üç, dört, beş kişi daha gelince zavallı uşak korkdu, kaçtı. O adamlar da üst kata çıkdılar, doğru içtima ettiğimiz odaya geldiler, derhal kapuyu kapadılar.

Biz işi hemen anladık, lakin anlamağa kalmadı. O cemaatin reisi gibi görünen genç, narin, nazik bir bey:

  • Efendiler, cümleniz mevkufsunuz, irade-yi seniye bu merkezdedir. Bizi mazur görünüz, aldığımız emri icra eylemekle mükellefiz, dedi.

Sonra birer birer üzerlerimiz aranmağa başlandı. Kitaplarımız, kâğıtlarımız hep toplandı. Bazılarımızı bir korkudur, bir düşüncedir aldı. Bazılarımız ise bilakis şetaretlerini elden bırakmadılar. Bizi böylece tevkif eden o heyet-i zabıtanın başındaki memur Ahmet Celalettin Paşa¹15 idi. O zaman henüz beydi. Bilahare sevk-i tali ile pek yakından tanıdığımız bu zat hakikaten hüsn-ü hulka malikdir, civanmerttir, daima âleme iyilik etmiştir. Ancak nefsine zulüm eylemiştir, o derece zaruriyat-ı hayata bigânedir. Deruhte eylediği o acib hizmetini, o zaman dedikleri gibi serhafiyeliği etse etse garib bir tarzda ifa edebilirdi, çünkü fıtraten nezih idi. Bu mahiyetini derhal ilk mülakatta bize gösterdi. Hepimize son derece nazikâne, müşfikane muamelelerde bulundu. Evrakımız toplanırken, üstümüz başımız aranırken :


  • Efendiler, size karşı bu suretle hareketten biz de mahcubuz, fakat ne yapabiliriz. Emin olunuz masuniyetiniz, Şevketmeab Efendimize sadakatınız taayyün edince yalnız affa değil, âtifetlere de mazhar olursunuz. Hiç telaş etmeyiniz, dedi.

Bu sözlere mukabeleten içimizden biri hafif bir sesle:

Gölge etme başka ihsan istemem

mısraını okudu. Diğer arkadaşlarımız gülüştüler. Ahmet Paşa bir parça bozulur gibi oldu. Bahsi değiştirmek için pek şetaretle görüşen Fehim'e :

  • Fehim Efendi, siz değil misiniz?

diye sordu. O mübarek de âdeta kahkahalarla:

  • Vay, Efendimiz ne saadet! Görüşmeden tanışmışız!

cevabını verdi. Hepimiz gülmeğe koyulduk, Paşa da güldü. Nihayet mabeynden emirler geldi. Kapunun önüne arabalar getirildi. Bizi üçer üçer, refakatımızda birer zabıta memuru olduğu halde o arabalara bindirdiler, doğru Beşiktaş karakoluna götürdüler, büyükce bir koğuşa doldurdular. Bütün geceyi orada geçirdik. Birer birer hepimizi Hasan Paşa'nın odasına çağırdılar. İsticvab ettiler. Fikrimizi, maksadımızı anladılar. Ne için o cemiyeti teşkil ettiğimizi, öyle her hafta muntazaman neden toplandığımızı sordular. Bu istintakı icra eden Mabeynci Ragıp Bey 117 idi. O da bize pek ziyade nüvazişle muamelede bulundu. Hatta ihtimaldır, Hasan Paşa'dan filan çekinmeye idi izhar-1 teveccüh bile edecekdi. Sonra cemiyetin maksad-ı ilmisine, esbàb-1 teessüsüne dair Zat-ı Şahane'ye hitaben bana uzun bir arıza, umum namına da Reşid'e bir istintakname yazdırdılar. Ragıp Bey cümlemizi birden yanına celp eyledi. Bıyık altından gülerekten nasihatlar verdi. Öyle göklere çıkardığımız Kemal Bey'lerin, Ziya Paşa'ların o derece harikulâde insanlar olmadıklarını isbat etmek istedi. Derken Hasan Paşa bahse karıştı, bilhassa Namık Kemal Beye ta'na kalkıştı. Biz derhal suratlarımızı ekşittik. Hele ben kendimi zapt edemeyerek : Padişahın sadık bendeleriyiz, etrafiyle arzeyledik, lakin böyle olmakla beraber ne söylerseniz Kemal Beye muhabbetimiz ezelîdir, çünkü biz birer zerreyiz, o mihr-i drahsanımızdır. diye cevap veriyordum, Ragıp Bey beni susdurdu:

  • Şuna bak, yine ukalâlık ediyor. Hâlâ mütenebbih olmadın mi?

dedi. Hasan Paşa ise:

  • A çocuk, senin baban ne iyi adamdı, haçülharemeyn idi, sen neye böyle mürted çıktın

diye bana itab etti. Mürted lakırdısına hepimiz hem güldük, hem hayret ettik. Bilahare anladık ki müsadere olunan evrakın içinde Jean-Jacques Rousseau'ya dair bir parça serbest yazılmış bir bent bulmuşlardı. Hasan Paşa bu bent mülabesesiyle bana o sıfatı vermişti.


O geceyi o berbat karakolda geçirdik, fakat perişan bir halde geçirdik. Ertesi günü alelsabah bizi Ceb-i Hümayun dairesine götürdüler, her birimize yirmibeşer mecidiye ihsan verdiler. Paraları Sami yüklendi. Mabeynden çıktık. Hademe-yi Şahane kışlasına yine öyle debdebeile geldik. Süleyman Paşa namında ihtiyar bir ferik bizi istikbal eyledi. Orada öğle yemeğini yedik, yine üçer dörder arabalara bindik, Mabeyn ketebesinden bir zatın refakatında Cağaloğlu'na, Maarif Nazırı Münif Paşa'nın konağına geldik. Nazır Paşa cümlemizi huzuruna çıkardı. Mabeynden gelen zat emr-i hümayunu okudu. Bu emrin meali şu idi: Böyle mektep efendilerinin mektep haricinde toplanmaları, derslerini bir tarafa bırakarak Jean-Jacques Rousseau'nun asarı gibi dine ve ahlaka muzır mütalealarla meşgul olmaları rıza-yı âliye münafi olduğu için bir daha bu çeşit harekât-ı gayr-ı layıkadan tevakki olunmak gerektir, falan.

Bu emirname okunduktan sonra Paşa bize nasihatlar, hem de ne tuhaf nasihatlar verdi, hatta:

  • Hem Jean-Jacques Rousseau'nun eserleri mütalea olunur mu? Onlar Avrupa'ca bile medhuldur.

dedi. Lakin bu sözleri öyle garip bir tarzda söyledi ki çoğumuzu âdetâ güldürdü. Tebessümlerimizi görünce o da dayanamadı, güldü, çünkü Rousseau'nun yazılarını lisanımıza ilk önce tercüme edenlerden biri de bizzat Paşa-yı müşarünileyh idi.

Münif Paşa'nın konağından çıktık, Mekteb-i Mülkiye'ye geldik. İrade-yi Şahane Müdürümüz Abdürrahman Beye de tebliğ olundu. O zat da bizi yalancıktan kepazeler, maskaralar diye haşladı, bir hafta mektepte tevkifimize karar verdi. O tatil mevsimindl sekiz gün mütemadiyen bir dershaneye kapandık, fakat türlü türlü eğlencelerle vakit geçirdik.


İşte bu hadise böyle cereyan etti, bir haile gibi başladı, bir mezheke olarak bitti. İdare-i sabıkanın mahiyet-i idrakine, nühbe-yi ef'aline bir nümuneidi. Tâ Ragip Beyden Münif Paşa'ya kadar bütün o rical-1 hükümet Padişahın o emirlerine, vahimlerine içlerinden gülüyorlardı. Fakat öyle iken yine körkörüne mutavaat eyliyorlardı, kimse Ulu-el-âmir'e hakikatı söylemeğe cesaret edemiyordu. Herkes nura zulmet, zulmete nur demeği vicdanına ferah ferah sığdırıyordu. Mekteb-i Mülkiye'de böyle bir hafta yirmi, yirmibeş arkadaş başbaşa mevkuf kalarak müdavele-yi efkâr edince kısım kısım ayrıldık. Bir kısmımız muhafazakâr idik, yaptıklarımızdan nedamet eyliyorduk, istikbalde daha müteyakkızâne hareket etmeği tasmim ediyorduk. Bir kısmımız ise müfrit idik. Alenen: «Ne ehemmiyeti var? İsterlerse bizi bir kerre daha tevkif etsinler, isterlerse hapis ve nefye mahkûm eylesinler. Bu esarete, bu kayıtlara her felâket müreccahtır» diyorduk. Fehim, ben bu zümreden idik. Reşat, Reşit, ekseriyet ise hizb-i evvelden idiler. Sami mütereddit idi, kâh bizden, kâh onlardan oluyordu.

Bu hadise böylece hitama erdikten sonra beni bir melaldır istilâ eyledi, çünkü artık arkadaşlarla birbirimizi sıksık göremiyorduk. Mektebimiz mevsim-i sayf münasebetiyle tatil edilmiş idi. Hariçte içtimaa da cesaretimiz kalmamıştı. Matbuat tazyik altına alınmıştı, herhalde evvelden olduğu gibi değildi.

Bu hayat beni bizar ettiği sıralarda idi ki mektep açıldı, dersler başladı. Şehadetname alabilmek için dördüncü senenin imtihanlarını yeniden verdim, son sınıfa müdavemet eyledim. Bir parça nefes aldım.

Dokuz aylık bir Avrupa hayatı beni değiştirmişti. Evvelemirde fransızcamı bana göre fevkelâde ilerlettimdi. Hocamız Lescan vazifelerimi pek beğeniyordu. Bir kerre bilmem ne münasebetle ona sınıfta fransızca bir nutuk bile söyledimdi. Ancak fikren bu faaliyetime Mekteb-i Mülkiye sahaları kifayet etmiyordu. İşte o yüzden başıma bela gelecekdi. Her gün bir vak'a çıkarıyorduk.

O esnada Murat Bey, hatta Ekrem Bey gibi hocalar Mekteb-i Mülkiye'den hürriyet-i fikriyelerine mebni çıkarılmıştı. Onların yerine tatsız, tuzsuz adamlar getirilmişti. Edebiyat dersi Hacı İbrahim Efendiye¹ tevdi edilmişti. Fakat o mübarek de bir yandan vücuden alil idi bir yandan da Darütterdris ile pek meşgul idi, Mekteb-i Mülkiye'ye devam edemiyordu, Musullu Said120 namında birini vekil gönderiyordu.


Filhakika biz beşinci senede idik. Edebiyat üçüncü'de okunuyordu. Fakat üçüncü sene efendileri bize Said Efendiyi anlata anlata bitiremiyorlardı. Zavallı adamcağız, ihtimaldır, güzel arapca biliyordu, lakin hemen hemen türkçe bilmiyordu. Hatta kafa, göz yararaktan görüşüyordu. Ekrem Beyin müddet-i medide ihtişamiyle ihraz eylediği bir kürsü-yü tedrisi böyle bir hocaya tevdi eylemek Mektep için bir sukut idi. Bir gün biz bir kaç arkadaşla ittifak ettik, sınıfımızı, dersimizi bıraktık, üçüncü seneye, Musullu Said Efendinin edebiyat dersine gittik. Said Efendi edebiyat-1 osmaniye dersi değil, derin bir arab telaffuziyle âdeta arabca bedi ve beyan okutuyordu. Tam dersin ortasında idi, bir kelimeden, bir sualden fırsat bularak ben hoca efendi ile bir mübahaseyedir giriştim. Şu sözleri serbest bir eda ile söyledim :

  • Efendi Hazretleri, tedrisatınız pek fazilânedir, hepimizi müstefid ve müstefiz eyliyor. Fakat, affınıza mağruren söyleyeceğiz, edebiyat-1 osmaniye bu mudur? Filhakika arapca, türkçe edebiyat hep birdir, bir olmak gerektir. Fakat biz Türk olduğumuz için kavaid-i edebiyeye arapcadan değil, türkçeden misaller isteriz. Deminden tekid bahsinde:

vani van kinet el ahiri zemane

buyurdunuz. Lütfen şöyle böyle bir ifade ile bu misrai tercüme de ettiniz. Fakat ona bedel meselâ koca Fuzuli'mizin :

Ger ben ben isem, nesin sen ey yar?

nida-yı bülendini zikr eyliyeydiniz zevk-1 edebimizi okşar, bizi daha ziyade minnettar ederdiniz. Üstad-1 edip Said Beyefendi :

Arabca isteyen Urban'a gitsin
Acemce isteyen İran'a gitsin,
Firengiler Firengistan'a gitsin

Ki biz Türkler bize türkî gerektir
Bunu fehm etmeyen cahil demektir.

diyorlar. Biz o fikirde değiliz. Frenkce, acemce gibi arapcayı, hususiyle arapcayı da öğrenmek dileriz. Öyle olmakla beraber edebiyatı lisan-ı millîmizde okumak isteriz.

Bütün efendiler bu beyanatımı tasdik eylediler, alkışlar gibi oldular. Said Efendi kızardı, bozardı, bana makul bir cevap veremedi. Nihayet:

  • Mademki tedrisatımı beğenmiyorsunuz, ben de bir daha bu derse gelmem, Hacı İbrahim Efendiye arz-1 mazeret eylerim. dedi, kâğıtlarını, kitabını topladı, gidiverdi. Biz hayretler içinde kaldık, bir pot kırdığımızı anladık. İki üç gün sonra vak'a Müdüriyete akseyledi. Abdürrahman Bey bizi çağırdı, meseleyi tahkik eyledi. Esasen mütalealarımı tasdik etmekle beraber beni fena halde azarladı. Neticede dedi ki:

Sizin bu kepazeliğinize mebni Hacı İbrahim Efendi bugün istifasını yolladı. Şüphe yok ki bu hadise makam-1 âlide fena bir tesir peyda eyler, çünkü İbrahim Efendi o derse irade-yi şahane ile tayin olundu. Siz şimdi gider de itiraf-1 kusur eyler, ellerinden öper, Efendiye istifasını geri aldırırsanız, feha, aldırmazsanız, hepiniz mektepten metrudsunuz. Biz üç dört arkadaş hemen oradan Aksaray'a, Darüttedris'e fırladık, zavallı İbrahim Efendiyi odasında gecelik entaresiyle, muztarıp, fakat yine yazı ile meşgul bulduk. Sebeb-i ziyaretimizi anlatarak o hoca-yı danadan istida-1 af ve safh eyledik. Vaktiyle Hacı Efendinin gerek Said Bey ile, gerek Naci Efendi ile belagat-1 osmaniyeye dair mübahaselerini yakından takip ettikdi, çünkü o bahisler hem eğlenceli, hem müfid idi. Hacı İbrahim Efendi arapca bahsinde Naci'den daha mutaassıp idi, Muallimi pek gavamız-ı lugat-ı arabiyeye riayet etmemekle itham eylerdi. Arabin bedi ve beyanından başka belagat-1 osmaniye bilmezdi, hele Talim-i Edebiyatı hiç beğenmez, bir nümune-yi cehalet addeylerdi. Bu fikirlerini de sütun sütun makalelerle gazetelerde biperva yazardı. Ta Mithat'tan Said Beye kadar bütün erbab-ı kalemle hırçın hırçın uğraşırdı, zebandırazlıkta onların hiç birinden geri kalmazdı, cümlesini küplere bindirirdi. Said Bey bir gün ona öfkesinden kör laffını vermişti. Hacı Efendi kemal-ı şetaretle TARİK muharririne:

Ayıbını görmeyelim böyle biribirimizin
Bende var zaaf-1 basar, sen de bakar kör gibisin

dedi. Bakar kör nüktesini Naci bile hoş bulmuştu, Naci ki biçare İbrahim Efendiyi alenen:

Ey herzevekili kainatın
Hâlâ hezeyana kanmadın mı?
Can sıkmak için midir hayatın?
Elverdi henüz usanmadın mı?
diye hırpalıyordu. Hatta bir kerre:
Pabuşu büyük yok mu okut? kendini bari.
Hacı bu belahetle belagat okutulmaz!
demeğe kadar varmıştı.


Fakat azmine, ıttılağına o zaman herkesi hayran eden o ihtiyar bütün bu muhacemelere delirane mukabele eylerdi. Yalnız mukabele değil, her fırsatta her tarafa hücum eylerdi. Türkçeyi pek zerafet ve letafetle yazamazdı, fakat meramını mükemmel ifade eylerdi, «ve nede» kelimesini çok kullanırdı.

Naci:

Ey tarafdar-1 makalatnüvis ve nede!
Aceba kaç ve nede sarfolunur bir senede!

onunla eğlenmişti. O üstad-i muannid bu istihzalara yine ehemmiyet vermez, esasından muttali olduğu kemalat-ı araba müste- niden üdebamızı muttasıl tenkid eylerdi. Bir kerre Muallimin fasila ve nokta meselesine dair neşr eylediği bir bende bile itiraz eylemişti. O münakaşa münasebetiyle idi ki Naci merhum :

Mahiyetin bilinmedi, gitti, yazık yazık!
Ey hoş nişane! nokta mı, virgül misin, nesin?

demişdi, çünkü İbrahim Efendi noktayı muttasıl virgül ile karıştırıyordu.

Ne olursa olsun, bütün o mübaheselerden bir netice tebeyyün eyliyordu, o da İbrahim Efendi'nin arapcaya vukuf-u küllisi ve bu lisanı Türklere öğretmekte ve anlatmaktaki o harikulâde mahareti, gayreti, azmi idi. Zaten Darüttedris bu azmin mahsul-u meşkûru idi. Hakikaten bu medrese-yi hususiye kadar arap- cayı etfalımıza, şebabımıza müsmir, müessir öğreten bir darülirfan olmadı. Bu gün bile içimizden bir nebze arabî bilenler ekseriyetle Darüttedristen yetişmedirler. Hacı İbrahim Efendi'nin bu mülke bu hizmeti asla inkâr olunamaz. O hizmet daha erken başlamış, hiç değilse daha çok devam edebilmiş olsaydı muhitimizde lisan-ı eblağ-el-beyan arap daha ziyade taammüm etmiş olurdu. Türkçemiz de şimdi esefle gördüğümüz bir çok rahnelere uğramaz, dur- mazdı.

Fakat Ziya Paşa merhumun Hayriye münasebetiyle Nabi için lüzumsuz bir tekrar ile :

Hengâm-ı heremde söylemiştir,
Pir olduğu demde söylemiştir

dediği gibi Hacı İbrahim Efendi de Darüttedrisi ihtiyarlığında açtı, tabiî istediği mertebeye götüremeden bu cihan-ı fenaya veda eyledi. Zavallı adam esatize-yi kalemimizden gördüğü o insafsızcasına taarruzlara rağmen huceste haslet bir fazıl idi. Güzel bir kalbe malikdi. O ziyaretimizde bizi müşfikane kabul eyledi. Sözlerimizi dinledi, o bahusus o kadim mübaheselerini yakından ta- kip ettiğimizi hoş buldu, tekrimat-ı vakıfanemizden mahzuz oldu. Nihayet Musullu Sait Efendiye o itirazlarımızı aff eyledi. İfakat bulur bulmaz bizzat Mekteb-i Mülkiye'ye derse geleceğini vaad etmekle beraber Müdür Abdürrahman Şeref Beye de edep ve irfan ile ciddi bir surette meşgul olduğumuzu tecrübe ile anladığı için bize mücazat değil, mükâfat verilmesini yazdı.


Hacı İbrahim Efendiyi en ziyade hoşnud eden arabcaya gösterdiğimiz temayül ve belagat-1 osmaniye münakaşalarında ka- vaid itibariyle ona verdiğimiz hak olmuştu. Bu fırtınayı da böyle geçirdik. Fakat ben de artık mektebe nadiren devam eyliyordum. İmtihanları vererek bir şehadetname almak için sene nihayetini sabırsızlıkla bekliyordum. Sonra niyetim başımı alarak Avrupa'ya, hatta Amerika'ya gitmekti. İstanbul'un muhit-i pür tazyiki ruhumu sıkıyordu. Arkadaşlardan Abdülhalim Memduh, Fahreddin Re- şat¹² Beylerle sıksık buluşuyor, bütün vakitlerimizi beraber geçiriyorduk. İttifak ettik, Mütalea unvaniyle sırf tercümeden, hi- kâye tercümelerinden mürekkep bir risale-yi mevkute neşretmeğe teşebbüs eyledik. Lakin daha ilk nüsha çıkar çıkmaz risalemiz bilemriâli tatil olundu, yine toplatıldı, çünkü Memduh ve ben mimli idik. Bazen Beyoğlu'na, Nikoli'nin birahanesine giderek orada ecnebî gazetelerini okurduk. Bazen Sirkeci'de ikamet eden Hü- samettin gibi arkadaşlarımızın odalarında toplanırdık. Bu içtimalarımıza Mekteb-i Hukuk'un bazı güzide şakirdleri de gelirdi. En mümtaz muhamilerimizden merhum Selim Hüsnü 122 de onlardan idi. Selim aramızda zekâ ve irfan ile maruf idi. Hüsameddin ile, Memduh ile çok dost idiler.

(14)

Bu sıralarda Namık Kemal Bey irtihal eyledi. Hepimizi o vakit bir hüzün amikdir, istilâ etti. Çünkü nazarımızda o deha-yı edep rengarenk şaşaalarla parladı. Kemal'ın irtihali için Abdülhalim Memduh pek müessir bir mersiye söylemişti. Gerek Şelim Hüsnü'nün, gerek Hüsameddin'in odalarında beş on kişi toplanır, Memduh'a bu mersiye'yi okutur, kemal-1 teessürle dinlerdik.

Bu mersiye muhtelif vezinlerde muhtelif kit'alardan mürekkep idi. Kısmen pek güzel, suzşinak idi :

Kuyud-u uzlmü çak etmek için zincirbend oldum
Fakat her zalimin bu bende müthiş bir kement oldu
Hakikat sahibinden varsa şayanpesent oldum
Vatan hoşnud senden, hazır ol bizim mükâfata

Kopardım muteki duydukta bir feryad-ı hürriyet
Hemen etrafa bakdım ermedi imdad-1 hürriyet
Yetim oldu bu mülk, ey eşref-i evlad-1 hürriyet
Vatan hoşnud senden, hazır ol bizim mükâfata


Şu beyitler başka bir vezinden, lakin daha latif idi:

Güneş doğdu haver-i vatanda bugün
Hayalimizdeki âtiye döndü yeis ile hal
Vatan hadikasının bağban-ı marifeti
Veya o cay-1 felâketteki yegâne nihal
Olunca sakına bir sarsar semum vezan
Türabe doğru yıkıldı, tükendi tab ve mecal

Hatimeye doğru birçok mısraları hatırımızda kalmayan şu müessir iki kıt'a vardı:

Ey kabir, eya bab-1 hasin-i ebediyet
Aguş ki ettik koca bir dehri emanet
… … …
Koynunda yatan Hazret-i Mazluma dokunma
Baykuş öter ol bülbülün eyvah başında
Ey merg-i felâket, sen o mağmuma dokunma

Nazif'in pederi Said Paşa merhum bu mersiyeyi dinledikten sonra ağlamış ve irticalen şu kıt'a-yi garrayı söylemişti :

Bir fert ki ömründe hamiyet dedi gitti
Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti

Bu beyti biz daima hep bir ağızdan yüksek sesle tekrar eylerdik.

Abdülhalim Memduh bir garibe-yi hilkat idi. Sırf gösteriş için elinden ne gelirse yapardı. Daima herkesi harikulâde hareketlerle, hallerle mebhut kılmak isterdi ve garib o ki kılardı. Hal- buki hakikatta öyle bir harikulâde istidada mâlik değildi. Evvelâ Muallim Naci'ye fevkelâde bir adavettir tutturdu. Hatta bir kere «Muallim Efendi ..» diye mecnunane bir mektup bile yazdı. Sonra Abdülhak Hamid Beye çılgıncasına bir muhabbet izhar etmeğe kalkıştı. Cihanın aleyhinde bulunurdu, âlemi zemmederdi. Önüne gelenin mübalağa ile taklidini yapardı, fakat hos sohbet idi, her meclisi şenlendirirdi. Lakin hifz-1 lisan nedir bilmediği için o devre göre mücessem tehlike idi. Öyle tazyik altında bile:

Bu halkın mülkünü seyr et harababad lazımsa
Bu mülkün halkını söylet sana feryad lazımsa

diye alenen şiirler söyleyen o idi. Padişahtan en ufak bir zabıta memuruna kadar bütün o idare erkânını biperva istihfaf eylerdi, bazen tahkir bile ederdi. Bir gün Tepebaşı bahçesinde idi. Sultan Abdülhamid'in marşı çalınıyordu. Memduh kurşun kalemiyle masanın mermerine şu beyti yazdı:

Milletin, va esef, son demini ihbar eyler, Marşının samie gelen … gibi murdar sesi.

Biz güldük, lakin korkanlar aramızdan sıvıştılar, gittiler, onlara nazaran Memduh o derece tehlikeli bir adamdı. Fahreddin Reşat, o ve ben haftada üç kerre Kalekapusundaki İsviçre mektebine 123 gider, Reich isminde bir hocadan almanca ders alırdık. Fahreddin Reşat Bey Mekteb-i Mülkiye'den şehadetname almış, Hariciye'ye devam eder, muktedir, mukdim, ciddi bir genç idi, azmettiğini yapardı. Ben de vazifemi bilirdim, lakin Memduh mah- za gösteriş olmak için bu derslere gelirdi, hiç çalışmazdı. Hakikatta ciddi bir say, bir iştigal nedir bilmezdi. Havayattan, nümayiş- ten öyle mesaiyeye vakit bulamazdı. Lakin arzettiğim gibi, zarif, latif bir arkadaş idi. Bizi sohbet ve şetaretiyle teshir ederdi. Hatta temkin ve teennimize rağmen hoppalıklara bile sevk eylerdi. Meselâ üçümüz birden elimizde bir levha şu arz eylediğim resmi çı- kardıkdı. Levhada: hürriyet, müsavat, uhuvvet kelimeleri yazılı idi. Akşamları mektepten çıktığımız zaman doğru evimize gitmez, bir kerre mutlaka Beyoğlu'nu kolaçan ederdik, fakat sefa- hat, zevk için değil, gezmek, fransızca gazeteleri okumak, siyasetten bahs eylemek, siyasetle meşgul görünmek için kolaçan eder- dik.

Bu taşkıncasına serbestâne hareketlerimizden dolayı öbür arkadaşlarımız bizimle düşüp kalkmakdan çekinmeğe başladılar. Hatta Fahreddin Reşat bile eniştesinin ve ahibbasının ihtariyle bizden ayrıldı. Fakat ne Memduh ne de ben oralarda değildik. Serbesti-yi etvarımızı hiç takyid eylemiyorduk. Benim fikrim evvelce dediğim gibi bir an evvel Fransa'ya dönmek, bu müzayaka-yı istibdattan kurtulmak olduğu için öyle takyidlere, ihtiyatlara hiç hacet görmüyordum.

Bir gün Memduh alelsabah geldi, beni buldu, şu müheyyiç sözleri söyledi:

«Azizim, hazırlan. Öyle sizin geçenlerde yaptığınız gibi çocukca değil, fakat ciddî, fakat hafî bir cemiyet teşkil eyliyoruz. Şimdilik alttan alta neşriyat ile, daha sonra faaliyet ile, icraat ile elden geleni yapacağız. Bu memleketi bu istibdattan kurtaracağız!


Bu tasavvur bana da hoş geldi, çünkü matbuattan itibaren bütün o muhitin bu insafsızcasına tazyiki ruhumu sıkıyordu. Memduh'la derhal başbaşa verdik, daha kimi cemiyet-i hafiyeye alabileceğimizi düşündük. İlk olarak Midillili Hüsameddin, bir de Düyunuumumiye ketebesinden Fahri hatırımıza geldi. Hüsameddin gayet metin, gayet namuskâr bir genç idi. Benimle fikren, kalben pek müttehid idi. Fahri ise bir ateşpare-yi hamiyet idi. İstibdada o mertebe hasım idi ki bu vadi-yi hamiyette her fedakârlığa hazır idi. Ancak fıtraten pek ifrata meyyal idi, o zaruretle tedbir, ihtiyat nedir, bilmezdi.

Bu mülakatta Memduh'la karar verdik, meseleyi bu arkadaşlarla istişare etmek için kariben toplanacakdık, işe başlayacakdık,

Bu tasavvuru esasen ortaya koyan kim idi? İşte Memduh o zatın ismini söylemiyordu. Bizi de en ziyade düşündüren o idi. Bir gün sonra Hüsameddin'i Mekteb-i Mülkiye'de görünce bu ciheti tezekkür eyledik. «Zinhar bizi faka basdırmak için bir dolap olmasın» diye vesveseye daldık. Filvaki Memduh'un namusundan emin idik. Daima sıdık ve hulus ile hareket ettiğini biliyorduk. Lakin ne mertebe ihtiyatsızlıklarda bulunduğuna vakıf idik.

O gün mektepten çıktıktan sonra Hüsameddin ile Sirkeci'de bir kıraathaneye gittik. Memduh'u aradık, bulamadık, lakin Fahri'yi bulduk. Fahri neşat içinde idi. Memduh'la görüştüğünü, bu yolda feda-yı cana bile müheyya olduğunu bize şevk ile anlattı. Hüsameddin ona cihet-i tereddüdümüzü söyledi. Fahri:

  • Yok hiç korkmayınız, Memduh beni temin etti. İş pek ciddîdir. Bu teklifi ortaya koyan ise namusuna itimad edilir bir zattir. Memduh deminden burada idi. O arkadaşı görmek, yevm-i içtimaımızı kararlaştırmak için Beyoğlu'na, Nikoli'nin birahanesine gitti. İsterseniz şimdi biz de oraya gider, onları bulur, meseleyi etrafiyle anlarız.

Hüsameddin meşgul idi, gelemedi. Fakat biz Fahri ile Memduh'u bulmak için Beyoğlu'na doğru yola koyulduk. Fahri müfrit olmakla beraber hadidülmizac bir genç idi. İdare-yi hamidiyenin kanına susamış bir düşmanı idi, hep kırmaktan, vurmaktan bahsederdi. Bu teşebbüsümüzü kuvveden fiile çıkarmağa pek teşne idi. Tâ mahal-1 maksuda varıncaya kadar yolda bana ne yapabileceğini anlattı, durdu.


Fahri ile beraber Nikoli birahanesine vasıl olduk, Abdülhalim Memduh'u Tahir Kenan Bey namında bir zat ile beraber bir köşede başbaşa vermiş, görüşür bulduk. O semte gitmedik, biz de bir tarafa geçtik, oturduk.

Bu Tahir Kenan Fahri'nin de, benim de uzaktan uzağa tanıdığımız bir adamdı. Lakin pek sevdiklerimizden değildi. O esrarengiz etvariyle, her haliyle hiç hoşumuza gitmezdi. İzmir'liydi ama Halit Ziya'lardan, Nevzat'lardan, bütün o gençlerden büsbütün ayrı idi. Zemanenin mukbil ve meşkûk insanlariyle pek düşer kalkardı. Bu sebebe mebni Memduh'un onunla bu sıralarda böyle samimi hasbihal etmesini hiç muvafık bulmadık.

Biz bu mülahazalarda iken onlar yanımıza geldiler. Memduh dedi ki Tahir Bey arkadaşımız cemiyetimize dahildir. Bize süratle hareket edilmesini, bir an evvel faaliyete başlanmasını tavsiye ediyor. Teşebbüsümüze bir fatiha olmak üzere şöyle de bir yafta hazırladık. Müsveddeyi okuyayım. Muvafık görürseniz derhal bastırır, hem gizlice duvarlara yapıştırtırız, hem de diğer vasıtalarla dağıtırız.

Bu sözlere karşı ben dona kaldımdı. Zaten işin içinde Tahir Kenan'ın bulunduğunu görünce her nedense bana bir soğukluk geldi. Memduh o yafta müsveddesini okudu. İdare-yi müstebidenin aleyhinde şedidülmeal tecavüzlerden mürekkep bir ilan idi. Meselâ Tayıf'a zahiren kaymakamlıkla gönderilen Fehim Efendinin vesatat-1 caniyanesiyle Mithat Paşa'nın, Şeyhülislam Hayrullah Efendinin, Damad Mahmud Paşa'nın boğdurulduklarını söylüyordu, şer'en hak-1 saltanat Hakan-1 mağdur Murad Han-1 hamisin olduğunu beyan eyliyordu. Hulasa şiddet-i lisani son dereceye varıyordu. O kadar ki zavallı Fahri o sözleri dinlerken heyecana geldi, «Oh, tabanları yağlayım, bu parlak yaftayı İstanbul'un her köşesine yapıştırayım, Memduh, elin var olsun» dedi. Ben hiç sesimi çıkarmadım. Tahir Bey de, Memduh da o maddelere dair reyimi sordular, yine sustum, çünkü bende bir hiss-i kablelvuku vardı. Hatta orada daha ziyade oturamadım, kalkdım, Istanbul'a döndüm. Memduh da arkamdan geldi. O zaman ağzımı açtım, gözümü yumdum, ona söylemediğimi bırakmadım: «Tahir Kenan gibi bir adamla böyle bir işe girişilir mi? Herifin casus olduğu yüzünden akıyordu. Casuslarla münasebetlerini gören, söyleyen sen değil misin Memduh! Bu hoppalıktan ne zaman vaz geçeceksin? Maksadın mutlaka başımıza bir bela getirmek mi, kendini de, bizi de mahv etmek mi?» dedim. O hiç ses çıkarmadı, sustu.


Yenicami meydanında birbirimizden ayrıldık. Ben Süleymaniye'ye, evime döndüm. Tehlikeye maruz olduğumuzu hissediyorduk. O beladan kurtulmak için çare düşünüyordum. Her iki günde bir Beyoğlu'na gittikçe LE TEMPS gazetesini alır, eve gelir, okurdum. O zaman LE TEMPS da Anatole France 124 in her hafta HayatEdebiye unvaniyle bir makale-yi intikadiye neşreyliyordu. Fakat bu makaleler birer cevher idi. O hafta intişar eden makalesinin bir yerinde bu müdekkik-i edep eşhas-ı muhayyeleden bi-` rine «Ben hayatı severim, fakat ölümden de korkmam⟫> diyordu. Gariptir, bu sözler bana teselli verdi, gönlümden o endişeler zail oldu. Güzelce bir mütaleadan sonra yatağıma girdim, müsterihane uyumağa koyuldum. Daha henüz gözlerimi kapadımdı, odamın kapısına vuruldu. Hemen kalktım. Hizmetci kız: «Sizi selamlıktan istiyorlar.» dedi. Yarım yanlış giyindim selamlığa gittim. Baktım ki bir polis komiseri, iki polis neferi, bir kaç polis daha sofada beni bekliyorlardı. Komiser Viçin Efendi isminde terbiyeli bir zat idi. Kemâl-1 nezaketle bana: «Beyefendi, sizi Zaptiye Nazırı Bey bekliyorlar, oraya gideceğiz. Fakat müsaade ederseniz evvelemirde odanızı arayacağız.» dedi. Yazı odama geldiler, kitaplarımı, kâğıtlarımı toparladılar. Zaten o tarihten bir kaç ay evvel ilk def'a olarak tevkif olunduğumuz zaman valdem, hemşirelerim muzir addettikleri HÜRRİYET, GAYRET gibi kadim gazete takımlarına varıncaya kadar o nev'i yazıları yakmışlardı, kütüphanemde o kabilden hiç bir eser kalmamıştı. Memurlar bilhassa GİL BLAS, TEMPS gibi fransızca gazeteleri kemâl-1 ehemmiyetle topladılar, masamın üstünde duran bir TEMPS nüshasında Anatole France'in makalesinden yukarda zikrettiğim sözlere işaret koydumdu. O gazeteyi bir memur bir dikkat-ı mahsusa ile toplanan evrakın içine koydu. O muameleler ikmal edilinceye kadar ben de giyindimdi. O heyetle beraber kalkdık, bir arabaya binerek Bab-1 Zaptiye'ye geldik. Beni müteferrika komiserinin odasına misafir ettiler.

Geceyi bir koltuğun üstünde, perişan bir halde geçirdim. Safdilliğimden niçin tevkif olunduğumu bir türlü anlayamıyordum. Memduh'un meselesini, Nikoli birahanesindeki ictimaımızı ehemmiyetten âri buluyordum. Neyse, o gece sabaha erdi. Müteferrika Başkomiserine mahsus bulunan o oda yavaş yavaş memurlar, müstahdemler ile doldu. Başkomiser Hüseyin Efendi, İkinci Komiser Viçin Efendi geldiler, yerlerine oturdular. Her türlü etvarından daha ilk vehlede görülüyordu: Hüşeyin Efendi hayırhâh, afif bir adamdı. Bana pek hüsnümuamele etti. Niçin tevkif edildiğimi ondan sordum. Adamcağız güldü. Saf bir Rumeli ağıziyle: «Biz öyle işleri bilir miyiz? Yalnız sizin gibi değerli efendilerle bu suretle tanıştığımıza içimizden ah çekeriz. Orasını Allah bilir kardeşim» dedi, beyan-1 teessür eyledi. Sonra, «Merak etmeyiniz, şimdi Nazır Bey geldiği gibi sizi istetir» diye teselli verdi.


Bir gün geçti, iki gün geçti, beni soran, istintak eden olmadı. Hüseyin Efendiden imdad yoktu, başka bir yerden malumat almak muhal idi. Meraktan çatlamak derecesine geldim. Bereket versin ki Müteferrika Dairesinde gündüzleri gelenlerle, gidenlerle, o gürültülerle, patırdılarla meşgul oluyordum, fakat geceleri kederden çatlıyordum.

Ne ise, üç gün sonra beni polis müdürünün odasına çağırdılár. Odanın bir tarafında Müdür Agâh Efendi uzunca boyuyle, beyaz sakalıyle, simasiyle bir masanın başında oturuyordu. Bir tarafda ise Meclis Reisi Hüsnü Efendi bulunuyordu. Bu zat Agâh Efendiden daha genç idi, lakin simaca hoşuma gitmedi. Beni sertçe bir vaz ile yanına çağırdı. Eline kâğıd, kalem alarak istintaka başladı. Kâğıdın üzerine evvelâ şu satırları yazmıştı :

  • Sual Ali Kemal Bey, isminiz nedir?

Ben de o satırın altına :

  • Cevap Mademki ismimi biliyorsunuz, neye soruyorsunuz? İsmim, Beyefendi, bildiğiniz gibidir.

ibaresini karaladım. Hüsnü Bey pür hiddet: Bana Memduh'u, Fahri'yi, Hüsameddin'i, Tahir Kenan'ı tanıyıp tanımadığımı birer birer sordu. Hakikat-ı hali serbestce söyledim, hiç telaş göstermedim. Böyle bilaterddüd idare-yi kelam edişime Hüsnü Beyin canı sıkılıyordu.

Bu Hüsnü Bey cahil, âciz, fakat müddei bir adamdı. Saatlarca beni ipsiz, sapsız suallerle kızdırdı, durdu. Nihayet:

  • Bir az evvel bir haftadır Abdülhalim Memduh Beyi görmediğinizi söylediniz. Bu ifadenizde hâlâ ısrar ediyor musunuz? diye sordu. Cevaben:

  • Bir az evvel tevkif edildiğim gecenin günü Memduh'la Beyoğlunda buluştuğumuzu söyledim. Bu ifademde aff-1 samilerine mağruren ısrar ediyorum.

Meclis Reisi muhakkak beni gafil avlayamadığına sıkıldı amma hiç belli etmedi. Sonra şu sual-1 garibi sordu:

  • Pek iyi, Nikoli'nin birahanesinde tertib-i fesad için toplandığınız zaman «Vatanımı canımdan ziyade severim yolunda tefevvühat-1 biedibanede bulunmuşsunuz, arkadaşlarınız söylediler. Pek iyi Ali Kemal Bey, buna ne dersiniz?

Bu suali görünce hayretlere düşdüm, gözlerime inanamadım. Maamafih kâğıdın altına şu satırları yazdım :

  • Efendi Hazretleri, böyle ise bu suale karşı cevabım hazin bir sükûnettir!

dedim. Bu cevabı okuyunca Hüsnü Bey kâğıdı elinden yere attı. «Ben böyle adamları istintak etmem» diye ayağa kalktı. Agâh Efendi işe karıştı. «Oğlum, niçin böyle yapıyorsunuz. Bu hareketleriniz hakkınızda hayırlı olmaz» dedi.

  • Agâh Efendi Hazretleri, siz kalb ve vicdan sahibi bir zatsınız. Bir Reis Beyefendinin sualini, bir de cevabımı mütalea buyrunuz. Bir kabahatım varsa beni cezalandırınız. diye mukabele ettim ve istintaknameyi o zata uzattım. Hüsnü Bey bu mübaheseyi beklemedi, çıktı, gitti. Fakat biz yalnız kalınca Agâh Bey o yazılara bir göz gezdirdikten sonra müteessirane başını salladı: Lahavlve la kuvvet ila billah demekten nefsini zapt edemedi. Bana da itab etmek şöyle dursun, âdeta müşfikane muamele eyledi.

Istintak o gün böylece münkatı oldu. Müteferrika Komiserliğine avdet edince cereyan-1 vukuatı nazar-ı muhakemeden geçirdim. Hüsnü Efendinin idrakini, tarz-ı muamelesini fikrimce bir türlü tefsir edemedim. Sonra düşündüm ve anladım ki bu zat hirs-1 cah ile ne söylediğini, ne de yaptığını bilmiyor, bize böyle nabe mahal bir şiddet göstererek göze girmek istiyor.

Müteferrika Başkomiseri Hüseyin Efendi ile dost oldukdu. Bu işi ona anlattım. O doğru adam: «Nazır Bey iyidir, müdür-ü âladır. Lakin meclis reisine hiç emniyetim yok» dedi.

(15)

Artık niçin mevkuf olduğumu biliyordum. Fikren olsun müsterih idim, bana ne cinayet istinad edebilirlerdi, Memduh'un teklifini ciddi bir surette kabul etmedimdi. Nikoli birahanesinde içtimaımızda ağzımı açarak bir söz söylemedimdi, o yaftayı ne ben yazdımdı, hatta ne de tasvip, takdir ettimdi.

Bana en ziyade hayret veren şu idi ki daha bu işin iptida sında böyle ortada fol yok yumurta yok iken tevkif olundukdu. Henüz cemiyeti bile teşkil etmedikti, arkadaşlarımız belli değildi. Sonra anladık ki Tahir Kenan'ı bu tertibata sevkedenler meseleyi tacil eyliyorlarmış. Daha bu dolabı tasarlar tasarlamaz hakan-1 mağfure vukua gelmiş bir hakikat gibi bildirdikleri için böyle hareket etmekte muztar kalmışlar imiş. Öyle pek küçük bir emare o devre göre hepimizi gelişi güzel bir hüküm-ü karakuşî ile mahkûm etmek için kâfi idi.


Zaten biz bu tuzağa tutulmak için ahmak bir bildircin gibi ezelden hazır idik. Evvelce kısmen tevkif olunmamış mi idik. Mimli idik. Beyoğlu'nu sıksık dolaşmıyor mı idik? Bira hanelerde şüpheli şüpheli oturmuyor mu idik? Alenen Avrupa gazetelerini okuyor mu idik? Kuyumuzu elimizle kazmıştık. Fakat sonra da anladığımız bu hakikatlara o zaman safdilliğimizden, tecrübesizliğimizden pek akıl erdiremiyorduk.

Üçüncü bir istintakta Hüsnü Bey bana dedi ki Ali Kemal Bey, artık inkârı bırakınız, itiraf-1 cürüm eyliyeniz, bütün arkadaşlarınız böyle yaptılar, atıfat-i şahaneye sığındılar.

  • Bir cürüm işlemedim ki itiraf edeyim. Ne bir cemiyet-i fesadiye teşkil eyledik, ne dediğiniz gibi ilanlar, yaftalar yazdık, neşr eyledik, ya duvarlara yapıştırdık. Böyle yaptığımıza bir delil gösteriniz dedim.

Hüsnü Bey o zaman mahut Tahir Kenan'ı celp eyledi, beni onunla yüzleştirdi. O vakte kadar benimle pek resmî görüşmüş bu zat bu muvacehede bana karşı gayet samimî bir tavır aldı: «Kemalcığım, artık inkâra mahal yok. Ben hakikatı itiraf eyledim, Padişahımızın âtifetine sığındım. Zaten yazdığımız yafta Memduh'un üstünde yakalandı 'el necat fi elsıdık'», dedi.

Bu sözleri işitir işitmez fes başımdan fırladı. Hemen ayağa kalktım. Bilhassa Ağâh Efendiye tevcih-i hitap ile :

  • Vay, öyle mi, ben de pek iyi hakikatı söyleyeceğim. Cihanda en mukaddes ne varsa, ona yemin ederim ki cemiyet-i fesadiye, yafta, bütün bu tertibat acemicesine bir tezvirden ibarettir. Şimdi büsbütün anlaşıldı. Bu tevzirin mürettibi de işte bu adamdır. İhtimaldır, Memduh'u kandırdı. Öyle bir cemiyet teşkil ettirmek istedi, o yaftayı yazdırdı. Fakat ne o cemiyet teşekkül etti, ne o yafta basıldı, neşrolundu. Ne de biz böyle bir teklifi kabul eyledik. Tahir Kenan Bey maruf bir serseridir. Bir külah kapmak için bu sani'aları icad eden o dur. Biz, evet hürriyet-i fikriye sahibi gençleriz, fakat budala değiliz. Muhalı, mümkünü olsun biliriz, böyle mecnunane bir teşebbüse kalkışmayız. Masumiyetimize bu hakikattan daha parlak burhan olurmu? tarzında uzun uzadıya müteessir, münfail söylendim. Sözlerim hatta Hüsnü Beye bile tesir eyledi. Hele zavallı Agâh Efendi müteessirane :

  • Oğlum, Ali Kemal Bey, Padişahımız Efendimizin adalet ve merhameti büyüktür. Bu söylediklerini güzelce yaz, hususiyle Zat-1 Cihanbaniye ne senin, ne de arkadaşlarının sadakatta ve hakikat-i ubudiyette kusur etmediğinizi söylemeği unutma, hal elbette meydana çıkar. Biz de vicdan sahibi adamlarız, elimizden geleni yaparız.

dedi. O ifademi öylece etrafiyle kâğıda geçirdim. Bu vakıa tabiî bir derece daha izam edilerek bütün Nezaret aks eyledi. Benim ne yolda idare-yi kelam eylediğimi, müdafaa-yı nefis ettiğimi işitince Abdülhalim Memduh da öyle yaptı. Nazırdan Müteferrika Komiserine varıncaya kadar herkes bize başka bir nazar-1 rifk ve muhabbet ile bakmağa başladı. Tahir Kenan için de yine herkez izhar-1 gayz eyliyordu. Netice-yi istintakımızı, hususiyle ifadat-i maruzemizi Kâmil Bey bizzat Mabeyn Başkitabetine götüdü, takdim eyledi.

Fakat henüz günler, haftalar, hatta aylar geçti, o maruzata bir cevap çıkmadı. Biz âdeta Bab-1 Zaptiyede unutulduk. Doğruyu söylemeliyiz, diğer mahsuplara, mevkuflara nisbetten huzur içinde idik. Nazırdan en küçük bir polis neferine kadar bütün memurlar bize hüsn-ü muamele ediyorlardı, zaman zaman af olunacağımız, söyleniyordu. Halimizden o derece müteşekki değil idik. Hele Memduh pür neşe idi, çünkü şarlatanlıklariyle o muhiti hayretlere düşürüyor idi, her lisanda, her fende yed-i tula sahibi görünüyordu.

Hergün hariçten ziyaretine gelen telmizleri, üftadeleri kabul ediyordu. Onlara nasihatlar veriyor, iltifatlarda bulunuyordu. Meselâ İÇTİHAD sahibi Abdullah Cevdet 125 Beyki o zaman Mekteb-i Tıbbiye'de sakince bir şakird idi, Memduh'un böyle meftun larından idi. Her hafta mektepten çıktıkca ziyaretine perestişkârane şitab eylerdi.

Zaptiye Nazırı Kâmil Bey 126 de Abdülhalim'i çok sevdi, takdir eyledi. Bir gün beni odasına çağırdı. Mektupcu Ragip Beyle beraber oturuyordu.


ABDÜLHAMİD DÖNEMİ İLERİ GELENLERİNDEN BAZILARI

EMPIRE DE TURQUIE S. Exc. ESSAD PACHA Ambassadent extraordinairs at plénipotentiaire.

Mabeyn Başkâtibi

Süreyya Paşa

Paris Sefiri

Esat Paşa

Tophane Müşiri

Zeki Paşa


  • Ali Kemal Bey, gel, sana işte şahid huzurunda hakikatı söyleyim de bana muğber olma dedi, şu sözleri söyledi ; «Senin de, arkadaşlarının da ne derece masum olduğunuzu daha ilk günü anladım. İstintakınız biter bitmez evrakınızı Başkitabete tak- dim eyledim, affınızı istedim. O zamandan beri üç dört def'a keyfiyeti tekid eyledim. Fakat maruzatıma bir cevap çıkmıyor. Ne yapabilirim? Elimden ne gelir? Sizin gibi müstaid, muktedir gençere fenalık etmek bir denaettir. Abdülhalim Memduh, o ne ateş- pare-yi zekâdır. Bir memlekette Memduh kâbında kaç genç bulabilirsiniz. Şair, kâtip, natuk, fransızca, almanca, türkçe... Hüda bilir, bu yaşta bu derece iktisab-1 kemâl eylemek bana hayret verdi.»>

Kâmil Bey ki esbak Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey biraderimizin pederidir, latif bir adamdı. Bir iki kerre benimle böyle uzun uzadıya görüştü, hatta siyasiyattan bile bahseyledi. O zaman Sırp Kıralı Milan terk-i saltanat eylemişti. Bu hadise için fikrini söyledi: «Herif sarhoş, kumarbaz. berbad bir mahluk. Artık o mevkide dikiş tutturamadı. Her taraf feveran içinde. Bulgar, Yunan Ulah vesaire. Artık Balkan'larda rahat kalmadı. Bir asır evveli bu yerler hep Osmanlı toprağı idi, hey gidi zaman hey!» dedi. O esnada hatırıma Said Bey hocamızın 127:

Harp ve mekr ve fitneden kurtulmadı Balkanlar henüz
Bir karara girmedi Bulgar ve Sırbistan henüz

mizah-ı marufu gelmişti. Okudum. Kâmil Beyin hoşuna gitti.

Böyle mükâlemelerle anladım ki Nazır Bey boş değildi, umur-u âleme az çok vakıf idi. Memduh'la birlikte türkceye tercüme etmemiz için usul-u zabıtaya dair bana almanca büyük bir eser verdi.

Biz teşehhüd mikdarı almanca biliyorduk, fakat Memduh yükseklerden attığı için Kâmil Bey bu lisana vukufumuzu harikulâde sanıyordu.

Artık gündüzleri bir nefer refakatında hamama gitmek vesilesiyle dışarı çıkar, evlerimize gider ve gelir oldukdu. Geceleri hep bir odada toplanır, güler, eğlenir, dururduk yani bazen Memduh türlü maskaralıklarda bulunurdu. Ekseriya meclis reisi Hüsnü Beyin taklidini yapardı. Nazırdan yüz bulalıdan beri o biçareyi diline dolamıştı.


O devirde Bab-1 Zaptiye'de bir kapıçuhadarı Mehmet Bey var idi ki pek latif, kalben necip, fikren hür bir insandı. Nöbetci değil iken bile mahza geceler bizimle sohbetlere koyulmak için ekseriya evine gitmez, dairede kalırdı. Bizi âdeta arkadaş gibi severdi, bir çok latifelerle eğlendirirdi. Çünkü hoş sohbet, nekre, zarif bir zat idi. Hatta güzelce bir sese malik idi, bazen hafif sesle şarkılar bile söylerdi. Meselâ Kemal Bey merhuma isnad eylediği şu garib şarkıyı ne güzel inşad eylerdi:

Ben ki mazluma kıydık, kader ve kıymet bilmedik
Bende var mıydı kabahat? böyle ferman eyledik

Nazır Kâmil Bey bu Mehmed Beyi çok severdi, diğer nezaretlere gittikçe arabasına alır, beraber götürür, getirirdi. Bir gece Mehmed Bey bize dedi ki:

  • Bugün Nazır Beyle aramızda tuhaf, ibretengiz bir mükâleme geçti. Araba ile Maliye Nezaretinden geliyorduk Divan Yolundan mürur ederken Nazır Bey bana Sadık Paşa'nın konağını göstererek:

  • Mehmed Bey, ne mükemmel konak, hele ne büyük bir bahçeye malikdir.

dedi. Ben de :

  • Evet Efendimiz, harikulâde. Ya o bahçenin limonlukları, havuzları, o portakal, limon ağaçları, o balıklar. İnsana hayret verir.

dedim. Kâmil Bey durdu. Gülmemek için dişlerini sıkıyordu. Bir lahze sonra :

  • Fakat Mehmed Bey, bu konak kadar battal, tatsız bir konak olmaz. Bahçe dediğin ise ufak bir harabedir. Limonluklar, havuzlar nerede?

diye sordu:

  • Evet, Efendimiz, bendeniz de mütehayyirim. Böyle kos koca bir konağın öyle müştemilatı olmak icap ederdi, niçin yok?

cevabını verdim. Kâmil Bey:

  • Aman, Mehmet Bey, deminden ne söylüyordun, şimdi ne söylüyorsun?

dedi. Cevaben:

  • A Veli nimet, ben böyle yapmasam, dalkavukluk etmesem, bir an ak dediğime bir an sonra kara demesem, hasılı hakikatı söylemek istesem Bab-1 Zaptiye kapıçuhadarlığında kalabilir miyim? Müteaddid nazırların peyderpey nedim-i hasları olabilir miyim, bizim nasibimiz ezelden böyle imiş.

dedim.


  • Mehmet Bey, itiraf et ki nasibin hazin imiş. Fakat biz de öyle değil miyiz? Aceba biz de büyüklerimize tıpkı senin bana yaptığın gibi yapmıyor muyuz? Keşke bakkal, hamal olsaydık da bu mihnetlere maruz kalmasaydık. Nazırın gözleri sulanmıştı, samimî müteheyyiç idi.

İşte Mehmet Bey bize zaman zaman böyle fıkralar anlatırdı. Bu müsamerelerimizde her birimiz hususî mütalealarımızdan da dem vururduk. Meselâ Fahri daima Cevdet Paşa'nın Tarih-i Osmanî'sini okuduğu için hep ondan bahs eylerdi, o eseri harikulâde bulurdu. Hele Hamid-i Evvel devrini Hamid-i Sani devrine pek benziyor diye nakl ede ede bitiremezdi.

Fahri her meziyet-i ahlakiyesiyle beraber hadidelmizaç, küfürbaz bir genç idi. Bir parça kızınca Padişahtan başlayarak Zaptiye Nazırına varıncaya kadar bütün erkân-ı hükümete alenen söverdi. «O başlar kesilmedikçe bu millet rahat etmez. Asırların lekelerini ancak kan temizler, kan, kan, kani» diye bağırırdı.

Bizi seven memurlar bir kaç defa böyle lisan kullanmamasıni ona hayırhahane ihzar eylediler. Lakin Fahri bu ihtarlara kulak asmazdı, yine bildiği gibi yapardı.

Hüsameddin ile biz daha mutedil idik. Ben o zaman TEMPS gazetesini âdeta hatm eder gibi baştan başa okurdum, hadisat-1 âlemi onlara hikâye ederdim. Mehmet Bey gibi bazı erkân-1 nezaret bu bahislere pek alakadar olurlardı.

O devirde Fransa İnkilab-1 Kebirine dair basit olmakla beraber nafi bir tarih-i mufassal neşrolunuyordu. O eseri cüz cüz aldırır, uzun uzadıya tetebbü eyler, geceleri içtimalarımızda meclise anlatırdım. Hüsameddin Midilli'den, biraderi Baha Bey'den mektuplar alırdı, Kemal Bey merhumun menakıbını nakleylerdi.

Memduh ise yapmadığı maskaralıkları bırakmıyordu. Reis Bey unvaniyle bir perdelik bir muzhike yazdı, bir gece bize. okudu, muzhike Reis Hüsnü Beye dair gûna gûn temeshürat ile dolu idi.


Bütün zaptiye heyeti bu oyunu işittiler, iş Hüsnü Beyin bile kulağına gitti. Müteferrika Komiseri Hüseyin Efendi evvelce dediğim gibi iyi bir adamdı. Bir gün bana dedi ki aleyhinizde yine bir cereyan var, lisanınızı hifzediniz. Zaman acipdir, başınıza başka bir kaza gelir.

Ben de bu sözleri arkadaşlarıma söyledim. Fahri pür hiddet kesildi, yine bir çok küfürler etti. Memduh bana karşı müzeyyifane:

«Hamdullah Kemal Beyefendi! Bizi bu hale sokan böyle bir idare-yi zalimeye karşı hamdederek oturmak leh-ül-hamd elimizden gelmez. Sizin elinizden gelirse Allaha hamd ediniz, oturunuz. İnşallah Şevketmeab Efendimiz bu hüsn-ü hal ve hareketinizi duyarak sizi mazhar-1 af ve safh-1 hümayunları buyrurlar. Biz daileriniz ise o zalimin de, bu saltanat-1 zalimanenin de son nefesimize kadar hasm-1 canı lânethanıvız." dedi. Memduh ile bir parça atıştık, Hüsam ile Fahri aramızı buldular bana hak vererek Memduh'u haksız çıkardılar. Yalnız bu kadar değil. Biz ekseriya polis neferiyle gündüzleri dışarı çıkıyor, evlerimize gidiyorduk. Bir iki kerre garip vak'alar oldu. Meselâ polis efendi beni bir kerre evde bıraktı, akşama kadar gelmedi. Bab-1 Zaptiye'ye gece avdet etmeğe mecbur olduk. Bu hadiseler Nezarete fena akseyliyordu. Nazır Kâmil Beyin, Müdür Agâh Beyin müsamahalarından, müsaadelerinden bolboluna istifade eyliyorduk, fakat Reis Hüsnü Beyi hiç hatıra getirmiyorduk. O devirde İstanbul'da Kurusıkı namiyle meşhur bir serseri vardı. Galiba ermeni idi. Uzun boylu, top sakallı, yakışıklı bir adamdı. Haftada bir iki gece bilmem ne sebeplerle tevfik olunur, Bab-1 Zaptiye'ye sevk olunurdu. Fakat memurlarla aşına ve esasen zararsız bir insan olduğu için tevkifhaneye gönderilmez, sabaha kadar avluda gezinir, pineklerdi. Arasıra odamıza da uğrardı. Fikren hür olduğu için kafayı da bir az fazla tütsületmiş ise ağzına geleni söyleyerek hepimizi güldürürdü. Bizi cidden severdi, meth eylerdi. «Böyle gençler hapsolunur mu? Bu ne cinayet» derdi. İstibdattan, ihtilaldan da haline göre bahsederdi. Fikren yüksek olduğu halde Kurusıkı'yı böyle alçaklara düşüren işret ve işret saikasiyle de müptelâ olduğu serserilik, harabatilik, haneberduşluk idi. Rivayetlere göre bu adamçağız bir mektep muallimi imiş. Az çok bir tahsil görmüş. Sonra bir derd ile kafayı sarhoşluğa vererek bu derekelere inmişti. Bu zavallı Kurusıkı, her kusuriyle beraber bende hoş bir hatıra bıraktı, çünkü fırsat buldukça odamıza gelir: «Evladlar, ne hapisten, ne nefiden, ne idamdan korkunuz. Fikir yolunda böyle çalışınız, varolunuz» der, ağlardı. Sonra polis neferleri, yabancılar gelince mukal·lidliklere koyularak işi latifeye boğardı.


Aleyhimizde kîlükaallerin çoğaldığı bir sırada idi ki bir gün arkadaşlarıma gizlice şöyle bir teklifte bulundum :

  • Böyle bir idare-yi müstebideye karşı çocukcasına adavetlerden, husumetlerden bir faide çıkmaz. Biz heriflerin esirleri, mahpusları iken nasıl aleyhlerinde bulunabiliriz? Bana kalırsa fırsattan istifade ederek bu mahbesden kaçmalıyız, memalik-i ecnebiyeye gitmeliyiz. O zaman istediğimizi yapar, bu zalemenin başına yıldırımlar yağdırırız. İşi gürültüye vermeyiniz. Emin bir vasıta buluruz, bir gece gizlice limandaki ecnebî gemilerinden birine gider, saklanır, sonra da diyar-1 gurbeti boylarız.

Bu teklif kabul olundu. Ben de sıksık hamam vesilesiyle dişarı çıkarak o işi hazırlamakla meşgul idim. Lakin hernedense Memduh bu teşebbüsten pek hoşnud görünmüyordu, çünkü acibelamal bir mahluk idi. Evvvelâ tevkif edilmemize başlıca sebep olmuştu. Saniyen tevkif olunurken mahut yaftayı hafiyen imha edeceği yere zabıta memurlarına hissettirecek bir tarzda saklamağa kalkışarak bilakis meydana çıkarmıştı. Salisen esna-yı istintakta beraat etmemize mani olmak için ne lazımsa yapıyordu. Nihayet böyle mevkuf iken de lisanını bir türlü tutamıyor, mevkiimizi büsbütün tehlikeye düşürüyordu.

Niçin böyle yapıyordu? Öyle sanıyorduk ki ismet-i fikir ve vicdanına rağmen bu genç bir kusura malik idi. O da gösteriş, hirs-1 şöhret idi. Bu saika ile mahbes ve menfayı cana minnet biliyordu, bir vesile-yi şan ve şeref addeyliyordu. Bilakis o musibetlerden mahrumiyeti bir idbar gibi telakki ediyordu. İşte iptidadan intihaya bu endişe ile çabaladı, durdu.

Günahı boyununa, fakat biz o zaman öyle hükmettik ki bu firar teşebbüsümüzü de gevezecesine ötekine, berikine söyleyen o idi. Her ne hal ise bir gece yarısı bizi uykudan uyandırdılar, Bab-1 Zaptiye'den aldılar, birer birer Mehterhaneye 128 getirdiler, tâ içeriye soktular. O zaman Memduh'da betbenz sapsarı oldu, eski şetaret kalmadı. Hepimiz az çok korktuk, çünkü ne olduğumuzu birden bire bilemediğimiz gibi ne olacağımızı da anlayamıyorduk, büyük bir cezaya duçar olacağımızı da zanneyliyorduk, Bab-1 Zaptiye'deki halimize hasret çekiyorduk.


(16)

Mehterhane'deki mahsuplar derhal etrafımızı sardılar. Onlardan biri, ismi hatırıma gelmeyen sarraf ki dolandırıcılıkla uzun bir müddet için mahkûm, fakat şen, şarlatan bir adam idi bize «Sizin geleceğinizi biz çoktan biliyorduk» dedi. Memduh şaşkınlık eseriyle ne olacağımıza dair bu adamcağızdan istimdada kalkıştı. Biz bu hareketine güldük.

Fakat çok geçmeden, yine o gece bizi hapishanenin içinden çıkardılar, Meriyülhatır dairesinde müstatilesşekil, küçük bir odaya sokdular. Bu ufak oda dördümüzü birden zor alıyordu. Fakat fazla olarak bizimle beraber bir mahpus daha vardı. O da sabık Şile naibi biçare bir hoca idi. Elli kuruş rüşvet aldığı için on sene kalebendliğe mahkûm olmuştu. Lakin o zavallı herif âdetâ çılgın idi. Bize derhal uzun uzadıya derdini yandı. Muhakemesinden, reisden, ilamdan ve saireden yanık yanık bahsetti. Hakikaten öyle bir devirde böyle bir kazaya uğramak bir talihsizlik eseri idi. O koca Ziya Paşa : Milyonlar çalan mesned-i izzette serefraz Bir kaç kuruşu mürtekibin cayı kürektir beytiyle bu hali pek doğru bir tarzda tasvir etmemiş midir?

  • Allah için söyleyiniz, bana niçin böyle yaptılar? diye başımızı yiyen Naib Efendiye Fahri :

  • Elli kuruşa bedel elli bin, yüz bin, beşyüz bin kuruş çalamadığın için, herif! Ben olaydım, seni müebbed küreğe, idama mahkûm ederdim. Elli kuruş ta çalınır mi?

dedi. Hepimiz bu sözlere o felâket içinde bile güldük. Nihayet. yataklarımızı getirdiler. Bir köşeye serdik. Zaten yorgun idik, uykuya daldık.

Kapımızın önünde tüfekle iki nefer bekliyordu. Altımızdaki bir nev'i bodrumda zincirler içinde bir cani yatıyorddu. Bu herif Şehzadebaşında medresede bir hocayı öldürmüş, idama mahkûm edilmişti. Lakin devr-i sabıkada böyle mahkûmlar asılmıyor, zindanlarda kalıyorlar, hatta bazen gitgide mazhar-1 af bile oluyorlardı. Ö ümid ile olsa gerektir ki bu katil de ekseriye zincirlerini şakırdatarak şarkılar söylüyordu, cihanı umursamıyordu.

Biz o gece o yorgunlukla öyle ağır bir uykuyla iken Şile Naibi bağırarak yatağından fırladı:

  • Peygamber aşkına söyleyiniz, Reis Efendi Hazretleri, bu ilamın neresinde sahtekârlık var?

diye avazı çıktığı kadar feryada koyuldu. Dehşet içinde uyandık, ne olduğumuzu bilemedik. Fakat kendimizi toplayarak herifin çılgınlık saikasilye böyle bağırdığını anlayınca telaşımız geçti, yine uyuduk.


O gece bu hadise bir kaç kerre tekerrür eyledi. Bereket versin ki sabah oldu. Hapishane Müdürü geldi, güya hatırlarımızı sordu. Tabii halimizden şikayet eyledik, hele Naib Efendinin aramızdan alınmasını musirrane talep ettik. Öyle yaptılar, o küçük oda büsbütün biz kaldı. Toplandı, temizlendi. Bir iki karyola da getirttik, birer tarafa koyduk, yine rahatımızı bulduk. Bu sefer ziyaretimize gelenlerin haddi, hesabı yokdu. Gündüzleri çıkıyor, avluda geziyorduk, diğer mahsuplarla görüşüyorduk. Bu cemaat içinde tuhaf tuhaf adamlar görüyorduk. Meselâ Kudüs-ü Şerif'den gelme yetmişlik, galiba Vartanyan isminde bir ermeni rahibi vardı ki siyaseten mahkûm idi. Pek latif bir adam idi, bizi çok sevdi, hiç peşimizden ayrılmazdı. Fikirlerimizi çok takdir ederdi. Hakikaten de temiz bir kalbe malik idi. «Evladlarım, gece gündüz sizin kurtulmanız için dua ediyorum. Yoksa kendimi düşündüğüm yok, benim yerim öbür dünyadadır. Fakat siz bu yerden çıkmalı, yaşamalı, bu mülke hizmet etmelisiniz.» derdi. Anadolu'yu, Kürdistan'ı pek suzişnak bir tarzda tasvir eylerdi :

  • Emin olunuz bu memleket adalete susamıştır. Ermeniler adalet istiyorlarsa cinayet mi? Onlar da insan değil mi? Yaşamak hakkına malik değiller mi?

diye tazallum eylerdi. Hep milletini, insaniyeti düşünürdü, fikren o derece yüksek idi. Bir kerecik olsun, bu adamın şahsı için bir endişeye düştüğünü, bir emel beslediğini görmedik. Bize muhabbeti gittikce artmıştı. Ekseriya odamıza gelir, yazdıklarımızı okur, okuduklarımızı dinlerdi. Hele fikir-i taassubdan ne derece azade olduğumuzu, ermeni, türk, kürt vesaire bütün akvam-1 osmaniyeyi müsavi tuttuğumuzu görünce sevinçten çıldırdı. «Allah sizi berhudar etsin» diye âdetâ ağlardı.

O zaman gerek bir çok Mekteb-i Mülkiye Efendileri, gerek matbuatın en güzide gençleri hapishaneye ziyaretimize geldikçe bu papas efendiyle de görüşürlerdi, tipki bizim gibi ahrarane görüşürlerdi. Bu müsabahalar o zavallı ihtiyara hayat verirdi.

Vatan! Vatan! dedikce gözlerinden nur feveran eden bu yetmişlik rahibin hali hayatı, hepimize büyük bir ders-i ibret oldu.


Yine Mehterhane'de Şam ağniyasından Şamaya Efendi isminde bir musevi tanıdık ki pek güzide, halen ve ahlaken mümtaz bir ihtiyar idi. Fuad Paşa'dan, Mithat Paşa'dan Ziya Paşa'ya kadar bir çok Suriye Valilerini 129 yakından tanımıştı, iş başında görmüştü, kudret ve meziyetlerine göre takdir eyliyordu. Fuad Paşa'yı zekâ ve zerafet ve siyasetce harikulâde buluyordu. Ziya Paşa'yı o kadar beğenmiyordu.

Zavallı Şamaya Efendi Hükümetten mühimce bir matlubunu alabilmek için İstanbul'a gelmişdi. Yıldız'a, Maliye Nezaretine baş vurur dururken Beşiktaş'da kira ile tuttuğu bir hane dolayısiyle Muhafız Hasan Paşa'nın hışmına uğramışdı, üç ay hapse mahkûm olmuştu. O zamana kadar devletten de, rical-ı devletten de hüsnü muamele görmeğe alışmış, memleketinde valilere düşmüş, kalkmış olduğu için bu muamele o adamcağıza ağır geliyordu. Bu zat bizimle çok dost oldu. Bu dostluk bilhassa benimle senelerce devam eyledi.

O ermeni rahibi ile bu musevî zengini istisna edilirse hapishanede tanıdığımız diğer eşhas ehemniyetten âri idi. Hele dolandırıcılıkla mahkûm edilmiş bir bey vardı ki pek tuhaf idi, çünkü o muzikede bile dünyayı hiçe sayıyordu, ömrünü hanedelikle geçiriyordu. Ekseriya odamıza gelerek bize şarkılar okuyurdu. Meselâ Said Paşa Merhumun :

Uyanmaz uykudan ol mest-i nazım
Bana sensiz cihanda can ne lazım

şarkısını güftece :

Muhabbet edelim uyku ne lazım

tarzı sakil ve sakimine sokarak bağıra bağıra söylüyordu.

Üç dört ay Bab-1 Zaptiye'de mevkuf kaldıkdı, beş altı ay da Mehterhane'de bulunduk. Artık bizi istintak ve isticvap etmek şöyle dursun, soran bile yokdu, âdetâ unutuldukdu. Mesmuatimıza nazaran Hapishane-yi Umumiyeye nakl olunuşumuz güya firarımıza meydan vermemek için idi. Lakin bu sefer daha serbest idik. İki günde bir ruhsat alıyor, dışarı çıkıyor, Beyoğlu'na varıncaya kadar her tarafı geziyorduk. Kaçmak tasavvuru muttasıl zihnimizde idi. Hatta hariçten bizi ziyarete gelen bazı arkadaşlarımızla bu tasavvura dair görüşüyor, en ziyade Bükreş'e gitmeği tasarlıyorduk.


Vaktiyle benimle beraber Paris'e seyahat eden Uşakîzade Süleyman Bey de, galiba üzerinde bazı evrak-1 muzire bulunduğu için Avrupa'dan Derisaadet'e gelir gelmez tevkif olunmuştu. O da Mehterhane'de, fakat ayrı bir odada mevkuf idi.

O devrin hayat-ı şebabında başka bir samimiyet vardı. Bildiklerimizden küçük, büyük bir genç kalmadı ki ziyaretimize şitab etmiş olmasın. Bir aralık odamız, o girive-yi zuçret bir mahfel-i edep şeklini almıştı. Hele Reşit, Sami, Suad, Sermed, Fehim gibi samimî arkadaşlarımız o mahfelin daimî müdavimlerinden idiler. Mektepten imtihanlarını bitirdikten sonra hemen her gün bize uğrarlardı.

Bu içtimalarda edebiyattan, hatta siyasıyaṭtan bile biperva bahsederdik, belki İstanbul'un en serbest, en metin bir yeri o hücre-yi mahbes idi. Zaten biz doluya tutulmuş olduğumuz için yağmurdan korkmuyorduk. Arkadaşlarımız da cesaret gösteriyorlardı. Bu meclis böyle az, çok bir şetaret içinde devam ediyordu, zincirlerimiz o derece ağır gelmiyordu.

Temmuz iptidalarında idi. Bir gün bizi hep birden Mabeyn-i Hümayuna götürdüler.

Başkâtip Süreyya Paşa 130 merhumun huzuruna çıkardılar. Paşanın yanında Zaptiye Nazırı Kâmil Bey, İkinci Mabeynci Ragip Bey, 131 bir diğer zat daha vardı.

Süreyya Paşa halûk, halim bir zat idi. Bize hayırhahane bir eda ile takriben şu sözleri söyledi:

  • «Efendiler, Şevketmeap Efendimiz kemâl-1 merhametlerinden sizi af buyurdular. Kabahatlarınız büyük ise de gençliğinize, zekâlarınıza acıdılar. Artık mütenebbih olunuz. bu meslek-i mezmumdan vaz geçiniz. Ali Kemal Bey, geçen sefer de Ragip Beyefendi size o kadar nasihat verdi, niçin söz dinlemiyorsunuz? Emin olunuz, bizim gayretimiz, Kâmil Beyefendinin şefaatları ol mayaydı, kurtulamıyacakdınız.»

Kâmil Bey Süreyya Paşanın sözünü kesti :

  • «Aman Paşa Hazretleri, ne sizin gayretiniz, ne de bizim şefaatımız, mahza Padişahımızın şefkat ve atıfetleri bu efendileri kurtardı. Artık ömr-ü iclal-ı şahaneye dua etsinler.» dedi. Başkâtip Paşa bana bilhassa hitap ettiği için arkadaşlarımdan evvel mukabeleten dedim ki :

  • «Paşa Hazretleri, gerek elttaf-i hümayunun, gerek inayet-i devletinizin minnetdarıyız. Fakat emin olunuz ki biz masumuz, hiç bir cürüm işlemedik, nahak yere dokuz aydır, hapishane köşelerinde sürüklendik.»


Bu mukabeleden Paşa memnun olmadı, olmadığını etvariyle gösterdi. Kâmil Beyle Ragip Bey de sözlerimi hoş görmediler, beni susdurdular. Ragip Bey:

  • «Bari Ali Kemal Bey sen söyleme. Vaktiyle bu başına gelecekleri sana uzun uzadıya anlatmadım mıydı? Bu def'a mazhar-i af oldun, Şevketmeab Efendimize dua et, otur. Fazla söz istemez.» dedi.

Tam bu sıralarda idi. Pek hatırımda kalmamış, Süreyya Paşa mi, ya Ragip Bey mi, yoksa Kâmil Bey mi idi, Padişahın bize şefkatından bahsederken eşfak-ı şamile-el-afak tabirini kullanmışti. Hemen Abdülhalim Memduh bu fırsatı yakaladı. Esasen müthiş bir oyuncu, bir muzhikeperdaz olduğu için derhal feci, mütessir bir tavır aldı, Süreyya Paşaya hitaben gayet müheyyiç bir eda, yine öyle bir müedda ile şu ağır sözleri söyledi:

  • «Paşa Hazretleri, şimdiye kadar sustum, fakat artık sabredemiyeceğim. Merhamet buyurdunuz, Gerek siz, gerek Beyefendiler Hazerati deminden beri afdan, atıfatten, eşfak-ı şamile-elafakdan bahis buyurdunuz. Af ve atıfet nedir? Ne cinayet işledik ki muhtaç-1 af oluyoruz. Hele ne atıfet gördük ve göreceğiz. Her halde o şamil-el-afak diye tavsif buyurduğunuz eşfakın Sultan Ahmed meydanına şümulu yok imiş, çünkü biz, biçare gençler aylardan beri zindanlarda zillet ve sefaletle nahak yere perişan olduğumuz, canilerle bir tutulduğumuz halde hiç imdadımıza şitab eden olmadı. İstikbalimiz mahv edildi, ümitlerimiz ayak altina alındı. Kuru bir candan maada hayattan bir naimimiz kalmadı. Hâlâ afdan, atıfetten bahseliyorsunuz. Arkadaşlarımı bilmem, fakat ben kendi hesabıma rica ederim. Şevketmeab Efendimize arzediniz. Mahbėse, menfaya, hatta ziyade bir cezaya razıyım. Ölümü böyle zilletle yaşamağa tercih ederim, hiç bir inayete talip değilim."

Memduh harikulâde bir cezbeze sahibi olduğu için Başkâtip Paşayı da, öbür zatları da birden bire mebhut bırakarak bu nutuk-u acibi süratla irad eylemişti. Biz de arkadaşımızın bu tecellüd-ü garibine karşı şaşırdık, kaldık. Bir yandan hırsımıza tevafuk eylediği için o tecellüdden hoşlandık, fakat bir yandan da affımız bu saika ile teehhür eder diye korktuk. Korktuğumuz filvaki başımıza geldi.


Bizi yine Saraydan aldılar, Mehterhaneye götürdüler. Yolda Memduh'a söylemediğimizi bırakmadık, ama o hiddetler ne para eder, olan oldu. Süreyya Paşa da, Kâmil ve Ragip Beyler de, sözlerinden, tavırlarından, hallerinden anlaşılıyordu, evvelce dediğimiz gibi münsif, hayırhah adamlardı. Hatta bize âdetâ müteveccih idiler, muavenetimize müheyya idiler. Fakat evvelemirde Padişahın bendeleri değil midiler? Mevkilerini düşünmüyorlar miydi? Elbette bu yolda pek ileri gidemezlerdi. Zaten o zaman gördüklerimize nazaran o devrin ekseriyetle ricali, hususiyle Sarayın başlıca erkânı böyle insafperver idiler, mezalimi tervic eden takımdan değildiler. Öyle iken, gariptir, Mabeynden yine pek zalimane kararlar bilhassa sonraları, çıkmağa başladı. Eşhasın fıtratına, ahlakına bile muhitin tesiratı bu derece ziyadedir.

Mehterhaneye avdetimizden bir iki gün sonra idi. Birer münasip memuriyette istihdam olunmak üzere ayrı ayrı vilayetlere gönderileceğimiz resmen tebliğ olundu. Hüsamettin Şam'a, Memduh Konya'ya, Süleyman Bağdat'a, Tahir Kenan Yemen'e izam olunuyorlardı. Fahri ile ben Haleb'e gidiyorduk. Niçin öyle yaptılar, bir türlü anlıyamadık. Evvelâ öbürlerini gönderdiler, Memduh ile beni bıraktılar. Bir rivayet çıkdı ki güya bizi affedeceklerdi. Fakat bu şayıa tahakkuk etmedi. Bir hafta sonra bizi de bir rus vapuruna bindirerek yola çıkardılar. Memduh Mersin'e, ben İskenderun'a çıkacakdık. Valde ile iki ufak hemşirem benimle beraber behemehal gelmek istediler ve geldiler.

(17)

Menemenlizade Tahir Bey o esnada Adana maarif müdüriyetine tayin olunmuştu. Ayni vapur ile mahal-1 memuriyetine gidiyordu. Yolda bizimle uzun uzadıya görüştü. Hatıram beni yanıltmıyorsa galiba o devr-i istibdattan samimi şikayet eyledi, GAYRET gazetesini neşredebilmek için ne tehlikelere uğradığını anlattı.

Tahir Bey ahlak-ı hamide sahibi bir genç idi. Edebiyatta büyükce bir behreye malik idi. Güzel yazı yazardı, hatta, evvelce arzeyledik, şiir de söylerdi. Fakat elfazda şiddetli müsamaha taraftarı idi. Bir gece vapurun güvertesinde mehtaba karşı oturduk. O, Memduh ve ben edebiyattan, siyasiyattan bahsettik. Hâlâ hatırlarım, kemal-1 safvettimden Tahir Beye o zaman dedim ki :

  • «Mirim, beni mütessir eden nedir? Bilir misiniz? Siz bir tabiatı-ı şairaneye maliksiniz, bazen pek mükemmel şiirler söylüyorsunuz, güzel, yüksek düşünebiliyorsunuz. Fakat emin olunuz, Takdir-i İlhana rağmen arzederim, şiirleriniz ekseriyetle yaşamaz, unutulur, gider, çünkü elfaza hiç dikkat etmiyorsunuz. Bir telmiz sıfatiyle sizden soruyorum, bu içtihadınız doğru mudur?

Naci merhumun :

Elfaz mana için ayna-yı şandır
Elfaza bakılmaz mı diyorlar, hezeyandır

demesi bir mübalağa mıdır? Bilfarz İlhan'ınızı okudum, lafzen şöyle güzel parçalar :

Bu şeb benimle ey melek
Zamangüzar olur musunuz?
Dil hazan-resideye
Dem-i bahar olur musun

derhal hafızama girdi. Fakat öyle olmayanlar, velev manen bir meziyeti haiz olsalar da, hiç hatırımda kalmadı. Sade bu tecrübe kıymet-i elfazı isbat için kâfi gelmez mi?»

Tahir Bey halûk olduğu kadar münsif bir edip idi. Bana şu suretle mukabelede bulundu:

  • «Azizim, bilseniz, bizde aruz kaydı, öyle müthiş bir belâ ki insan elfazca şaibeden âri şiir söyleyebilmek için hakikaten vasi bir cevdet-i kariheye mâlik olmak gerektir. Bu mevhibeyi ise tabiat hemen hiç bir büyük şairimize bile ihsan etmemiş.

Meselâ koca Nedim:

Niçin sıksık bakarsın, mirat-ı mücellaya?
Acep sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir?

gibi kusurlardan tevakki edebiliyor mu? Hamid gibi bir deha-yı edep ise Eşber'de, Tezer'de böyle bir çok hatalar ihtiyar eylemiyor mu?»>

Biz bu mübaheselerle, müşairelerle menfaya gitmekte olduğumuzu bile unutuyorduk. Hele bende biintiha bir neş'e vardı. O muzayyike-yi mahpusiyetten herçebadabad kurtulmuş olmak neşatıma bais oluyordu. Gençlik hakikaten bir giranniha imiş! Vapurun o şenliğini, etrafımda annemi, kardeşlerimi görünce hem mazinin acılarını, hem istikbalin korkularını unuttum.

Artık halimden de, hayatımdan da hoşnut idim. O kadar ki bir sabah yolcuların arasında sofrada göğsüne sarı bir gül takmış, sarı saçlı bir kız gördüm. Cenevre'de iken başımdan geçen küçük bir hadise-yi garamı, garam-i safı hatırladım.


Halbuki çoktan beri yanımda böyle nurlar görünmüyordu, şairliğim sönmüştü. Bu sefer birden bire parladı. O gece :

Andım seni, ey yar, yine ah ile andım

unvaniyle uzunca bir manzume söyledim. Bir gün bu kerre Bir Çiçek diye sade bir şiir tabıma oldu. Bu şiirin şu parçaları hâlâ hatırımdadır:

Ey nur-u didem, ey melek,
Gördüm bugün bir hoş çiçek
Durdum, dedim verse gerek,
Bu hoş çiçek senden nişan
Tutum elimde kokladım
Çeşm-i nizarı yokladım
Bakdım döker hasret yaşı
Kopdu gönülden bir figan
Müştakiyim, bir busenin,
Ömrün senin, ruhum senin,
Aylar değil yıl geçse de
Olmaz yine askın nihan.

Akşam üstü bu şiirleri Tahir Beye gösterdim; halûk güldü : «Ali Kemal Bey gördünüz mü? Siz de müsamahat-1 lafziyeden kurtulamıyorsunuz, latif şiirlerinizi imaleden neye sıyanet eyliyorsunuz?» dedi.

İki polis neferi refakatımızda bulunuyorau, güya vapurda bizi muhafazaya memur idiler. Fakat semtimize uğramıyorlardı. İzmir'e vardığımız zaman bizimle beraber karaya çıktılar: Şehri gezerken bir aralık refakatımızda bulundular. Sonra gözden nihan oldular. Biz yalnız kaldık, derhal HİZMET gazetesine gittik, sade Nevzad'ı bulduk. Nevzad bana o zaman fevkelâde görünmedi, çünkü böyle cüz'î bir müddet içinde bir insanı bihakkın tanımak muhal idi. Fakat sonra ef'al-ı harikulâdesiyle görüldü ki bu genç büyük bir meziyet sahibi idi. Filhakika edebiyatta, ulumda meharet-i mümtaze göstermedi, çünkü uzun bir tahsil ve tetebbüe vakit bulamamıştı. Lâkin aşağıda göreceğiz, cevval bir zekâya, faal bir hamiyete, bir hub-u vatana malik idi. Bu saika ile devr-i istibdadın hışmına uğradı, darbelerini yedi, hapis ve nef'iden korkmadığını öyle nazik bir zamanda bize gösterdiği fart-1 muhabbetle isbat eyliyordu.


Bir müddet bu arkadaşımızla rıhtım boyunda gezindik. Sonra vapurumuza döndük, fakat hayret refakatımızda bulunan polis neferleri bilinmez nereye gittilerdi. İşte vapur kalmak üzere idi, hâlâ gelmediler. Biz onlar için meraka düştük.

Bu hadise bende yeniden firar fikrini uyandırdı. Maalesef ailem beraberimde olduğu için o tasavvuru kuvveden fiile çıkarmak muhal idi, yoksa böyle muhafızlarla insan kolay kolay Avrupa'yı boylayabilirdi. O idare-yi müstebidenin o zaman bu iyilikleri vardı. Bir kerre İstanbul muhitinden dışarı çıkıldı mı, böyle ef'al-1 istibdadda bile bir gevşeklikdir hissolunuyordu.

Vapurumuz İzmir'den sonra Rodos'a uğradı, daha sonra Mersin'e vasıl oldu. Menemenlizade Tahir Bey de, Konya'ya gideceği için, Memduh da o iskelede benden ayrıldılar. Zavallı Memduh! Bana veda ederken çok ağladı: «Efsun! Bir daha birbirimizi görecek miyiz? Kemal'ım, kardeşim, refik-i felaketim» diye adetâ feryadlar kopardı, bütün yolcuların teheyyüçlerine bâdi oldu. çoğunu hususiyle bazı hanımları ağlattı, çünkü o halk içinde böyle genç yaşımızda menfaya gittiğimizi, sürgün olduğumuzu bilenler çok idi. Bilmeyenler de bu hadise-yi iftiraktan sonra öğrendiler. Artık herkes bana vapurda bir nazar-i şefkatla bakıyordu. Kaptan bile rus olduğu halde daima hatırımı istifsar ediyordu «Esef etmeyiniz, böyle musibetlere gençlikte maruz kalmak ihtiyarlıkta uğramaktan evvelâdır. Lakin siz de pek gençsiniz» diyordu. O zaman ben ondokuz yaşında idim.

İskenderun'a geldik, karaya indik. Haleb'e gitmek için iki gün iki gece araba ile bir yolculuk etmek, Belen dağlarından, Amik ovaşından geçmek lazımdı. Mevsim temmuz nihayeti idi. O sıcaklarda bu seyahat dehşet idi, fakat başka çare var mıydı? Bereket versin Hacı dedikleri maruf bir ermeninin güzel arabaları vardı. Bu Hacı hernekadar Halep'te ikamet ediyordiyse de tesadüfen İskenderun'da bulunuyordu. Kim olduğumu, ne için geldiğimi tahkik eder etmez hemen koşa koşa geldi, beni buldu, hizmetime şitap eyledi. Bana ve aileme diligence şeklinde büyükce güzel bir araba, bir de fayton tahsis eyledi. Bir aralık Hacı'dan arabaların ücretini sormak istedim. Adamcağız hiddetle: «Seninle pazarlık mı edeceğiz? Bana meşhur Hacı derler, ben para insanı değilim. Kim olduğunu öğrendim ya, seni müreffehen Haleb'e göndereyim, Beyler, benden memnun olsunlar. Arabalara ne kira istersen verirsin, merak etme» dedi.


Biz ailece yola çıkmak üzere iken tuhaf bir vak'a oldu. Ted mirde memlaha müdürü bilmem ne efendi genç bir haremiyle büyükce bir kızını, bir de küçücük bir kerimesini İstanbul'dan İskenderun'a kadar getirtir, bizzat oraya gelerek onları arayacağını da karısına yazar. Biçareler İskenderun'a parasız pulsuz gelirler, fakat efendiyi bulamazlar. Kadıncağız hüngür hüngür ağliyordu. Valde, hemşireler ve ben dayanamadık, o bikesleri araArabalarımıza aldık, Haleb'e götürdük, evimize misafir ettik. dan bir ay kadar uzun bir müddet geçtikten sonra o memlaha müdürü Haleb'e geldi, bu çoluk çocuğunu aldı, götürdü.

Bu hadiseyi nakletmekten maksadım odur ki bana Çölde bir sergüzeşt132 hikâyesini ilham eden bu müdürün Seher namindaki latif bir kızı oldu, çünkü o tarihten bir iki sene sonra o kızın başına böyle bir vak'a geldiğini işittimdi.

(18)

Nihayet böylece bin meşakkatle Haleb'e vasıl olduk, Aziziye mahallesinde bir otele indik. Derhal Hacı bize birer at tedarik eyledi. Refakatımdaki polis neferiyle beraber atlara binerek Hükümet Konağına gittik. Büyük kapıdan avluya girerken nöbetci neferleri bize selam durdular. Ben taaccüp ettim, o selamı yanımdaki polis neferine sandım..

O zaman Halep Valisi Hasan Hakkı Paşa¹ idi. Beni nevazişkârane kabul etti, sigara ve kahve ile taltif eyledi. Sonra da yaverini çağırdı: «Lazım gelenlere tenbih ediniz, Beye net-i mukteziyede bulunsular, güzel bir hane tedarik etsinler» dedi. Bana da müteselliyane bazı sözler söyledi.

muave Fakat başkalarının muavenetine hacet kalmadı. Arabacı Hacı bize ev de buldu. Uşağımızı, aşçımızı, hizmetcilerimizi İstanbul'dan getirttikti. Kolay kolay yerleştik. Yerleşir yerleşmez de ziyaretimize şitab edenlerin hesabı yoktu. Bir menfi'ye bu derece hürmet bana hayret verdi. Zaten Haleb'e muvasalatımın ilk akşamı idi. Hacı geldi bana dedi ki redif miralayı Ali Muhsin Bey selam ediyorlar, sizi bu akşam Cengiyede bir bahçede yemeğe davet ediyorlar. Hacı'nın ısrarı üzerine o ziyafete gittim.

Cengiye bahçeleri Haleb'in en güzel mesireleridir, eşrafdan en maruflarının orada köşkleri vardır. Yaz mevsimlerini büyük ailer orada geçirirler. Büyük memurların, erkân ve ümera-yı askeriyenin bazıları da akşamları yemek içmek, eğlenmek için o yerlere giderler.


Ziyafet büyükce bir bahçede idi. Ortaya bir bezm-i işret kurulmuştu. Çalgı da vardı. Redif miralayı Ali Muhsin Bey ki Hasan İzzet Paşa'nın 134 pederidir o zaman Halepce pek maruf bir sima idi. Meşhur Kel Hasan Paşa'nın oğlu idi. Zevk ve sefahati severdi, fakat diğer cihetten kerimülhisal, civanmerd bir adamdı. Bir derece menkûb, hatta menfî idi.

Her akşam yanına bir kaç arkadaş alırdı, böyle eğlentiler yapardı. Ali Muhsin Beyin arkadaşları ekseriyetle menfilerden idiler. O ilk mülakatımızda beni bir kaç menfiye takdim ettiler.

Meselâ Sultan Aziz'in mabeyncilerinden Kolağası Halid Bey, Sultan Murad'ın silahşorlarından Nikola Hacar Bey, Ceza Reisi Esad Bey ve saire gibi.

Halid Bey genç, hoş sohbet, latif bir zat idi. Her türlü manasiyle kibar idi. Maalesef Ali Bey gibi o âleme pek müptelâ idi. Bilmem ne sebebe mebni o diyara nefy olunmuştu, çünkü sisasiyat ile meşgul değildi, fakat felaketini hiçe sallıyordu, bir endişe gözetmiyordu, filozof idi. Lisan-ı halile:

Ayşunuş ile bugün anma gamuferdayı
Sana ısmarladılar mı Halebeşşehbayı

diyordu. Gayet güzide, mümtaz bir aileye mâlik idi, mükemmel yaşıyordu. İçkiden azade olabileydi, Halid Bey kıyametler bir insan olurdu şahsen ise insan güzeli idi.

Nikola Hacar ise pek garip bir zat idi. İstanbul'un büyük zengin bir hristiyan ailesine mensup idi. Çok görmüş, geçirmişti. Harikulâde keman çalardı. Sultan Murad-1 Hamisin silahşorluğunda bulunduğu için Haleb'e sürülmüştü, senelerden beri orada idi. Kemanı çalar, herkese hayırhahlık eder, kadir ve itibariyle yaşardı. Zavallı bu nefy belâsiyle bütün servetini yemişti, zaruretle temin-i hayat eylerdi, lâkin derdini kimseye sızdırmazdı.

Hacar Bey Halep'te gördüğüm simaların bence en muhterem, en neciplerinden idi, çünkü o fakrusefaletine rağmen büyük emeller beslerdi. Bilfarz Franmasonluk için malını, canını verdi. Kadiminden beri bu silke mensup idi. Avrupa'nın en meshur masonlarını hususî bir surette tanırdı. Halep'te Suriye Yıldızı diye bir mahfel-i mahsus tesis eylemişti. Frenklerden, ecnebîlerden arkadaşlar bulmuştu. Onlarla çalışır dururdu. Ahlakına itimad ettiği her ferdi bu mesleğe sokmak için elinden geleni yapardı. Hele bir kardeşine muavenet etmek lazım gelince parça parça olurdu.


Zaten bu adamın hususî bir işi, bir derdi, bir emeli yokdu. Bütün endişeleri başkalarının, kardeşlerinin felaketleri idi.

Bais-i şevka bana hüzn-ü umumîdir, Kemal Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına

beyti masadak hali idi.

Hacar daima meşgul idi, daima kapu kapu koşar, dolaşırdı. Fakat o arzettiğimiz necip kaygularla. Bir kerre kardeşlerden bir ermeni bir iftira-yı siyasî ile haps olunmuştu. Zavallı Hacar çıldırdı. Hepimiz o derece tazyik eyledik ki o mağduru kurtarmadan rahat etmedi.

Yine o gece Ceza Reisi Esat Bey namında ilmiyeden bir zatı tanıdımdı. Bu adam da hoş meşreb, lâkin havaî idi, ayşında, sefasında idi. İstanbul'a giremiyor lâkin vilayetten vilayete geziyordu. Bu zevat-ı keram bana öyle dostane, mülfitane muamelelerde bulundular ki kendimi hiç menfada, gurbette sanmadım. Kafalar bir parça tütsülenince Hükümetten de, hatta Padişahdan da perva eden kalmıyordu

Bir aralık Esad Bey kulağıma güya gizlice: «O gaddar hiddetinden çatlasın, biz yine böyle mehtap âlemleri yaparız, yine zamanımızı hoş geçiririz» dedi.

Hakikaten bu menfa büyük bir musibet değildi, lâkin o menfiler emelce, idrakca, irfanca benden büsbütün başka idiler. Ancak Hacar müstesna idi. O benimle hemfikir idi. Öbürleri siyasetten, hürrriyetten pek az nasibedar idiler. Zaten işret beni en ziyade müteezzi eden âdetlerden biri idi. Maalesef ben o eğlencelere nadiren gidebilirdim.

Yine o esnalarda Halep'de mektubcu Nazım Bey, defterdar Muhiddin Bey idi. Nazım Bey muhataba sahibi kâtip, şair bir zat idi. Gayet fatin, vakur olduğu için âdetâ vali-yi sâni idi, umur-u vilayette o derece nüfuzunu gösterirdi. Komşu olmak münasebetiyle Nazım Beyi de ailece tanıdıkdı.

Arkadaşlarımdan Fahri de Haleb'e nefy olunmuştu. Benden evvel gelmişti, otelde oturuyordu. Vali Paşa bizi ikinci def'a olarak çağırttı, Belediyede birer hizmetle tavzif edeceğini söyledi. Biz teşekkür ettik, ancak tahsilimizle münasip olmayacağı için böyle bir vazifeyi kabul edemiyeceğimizi maalitizar söyledik. Adamcağız galiba kızdı, çünkü bizi bir daha sormadı.


Benim İstanbul'dan az çok bir gelirim vardı, maişetce endişem yokdu. Lâkin zavallı Fahri parasız idi, memuriyetsizlik ona giran gelecekti. Biz bu kaygularda iken bir gün bir yaver geldi, Vali Paşa istiyor diye beni çağırdı. Hükümete gittim, Valinin huzuruna çıkdım. Fahri de orada idi. Paşa bizi gayet taltifkâarane kabul eyledi: «Tebrik ederim. Biner kuruş maaş ile maiyet-i Vilayete tayin olundunuz, demek, kısmen menfilikten kurtulmuş oldunuz. Gençsiniz, zekisiniz, inşallah terakki edersiniz» dedi. Her ikimizi de Defterdar Beyin maiyetine verdi, hatta odasına, yanıbaşına oturttu.

Yukarda arzettiğimiz gibi 1305 hilâlindeki Halep Valisi Hasan Hakkı Paşa İşkodralızade demekle maruf idi. Mustafa Paşanın mahdumu idi. O tarihten altı sene sonra ikinci def'a olarak Halep'e yine valiliğe geldi. Asilzade, fevkelâde müstakim, bir dereceye kadar şair, şiire aşına, o nokta-yi nazardan muktedir bir adam idi. Lakin son derece garib-el-ahlak, acip-el-etvar idi. Ömründe hiç evlenmemişti. Bekâr yaşardı, hatta kadından mütevahhiş idi. Vaktiyle kendisine sultan teklif olunmuştu, kabul etmemişti. Zühdü tekva ile mevleviyane son derece perestişkâr-1 Mevlana idi. Mesneviyi Kuran gibi elinden ve dilinden düşürmezdi.

Ciğer ki ödlere yandı kebabı neyleyim?
Gözüm ki kana boyandı şerabı neyleyim? \

matlaiyle başlayan gazel-i bülend-i marufa

Yeter risale-i hüsnü kitabı neyleyim?
Yeter o buse-yi lâlin şerabı neyleyim?

diye yanık yanık nazireler söylerdi. Gündüzleri evinden çıkar, Hükümete gelir, Hükümetten çıkar, evine gider, geceleri kimseyi meclisine kabul etmez, hiç bir tarafa misafir gitmez, sırf yalnız başına yaşardı. Konağında asla bir harem dairesine mâlik değildi, belli başlı kadın tutmazdı. Fakat cuma ve salı günleri o inzivagâhına bir nev'i itikâfa çekilirdi. Ne yapardı? Okur muydu, yazarmıydı? Bilinmezdi ve bilinmedi.

Hasan Paşa salı günlerini cumalardan ziyade bir yevm-i tatil addeylerdi. O gün kabil değil meydana çıkmazdı. Fevkelâde sinen mübesvis, vehham, Padişaha gayet merbut idi. Herhalde yetmişi geçgin idi, çünkü rivayete göre her nasılsa bir gazb-ı şahaneye uğrayan pederi Mustafa Paşaya şefaat için Sultan Mahmud-Sanî'nin huzuruna çıkmıştı, ayaklarına kapılmıştı. O zaman böyle yapabilmek için elbette laakal sekiz on yaşında olmak gerekirdi. Mamafih bünyece dinç kısa boylu, tetik bir adamdı.


Günahı kadar sevmediği ecnebilerden ziyadesiyle korkardı, çünkü Selanik'te vali iken o yüzden belaya uğramışdı, bir ecnebî şehbenderinin şikayetiyle azlolunmuştu. Artık her gördüğünü ecnebiyi iltifatlara boğar, ecanibe ait işleri derhal fasl eyler, en bayağı konsoloslara haddan efzun tevazula muamele ederdi. Zaten alelitlak kimi sevmezse, kimden korkarsa ona tabasbus eyler, şayet bir maiyet memuru ise taltiflerde bulunurdu. Paşanın bu hasleti o derece şayi olmuştu ki erkân-ı vilayetten biri fazlaca teveccühlerine mazhar oldu mu, aleyhinde Babıâliye yazıldığından emin olabilirdi. Derhal o müracaatın önünü almağa teşebbüs eylerdi. Bu hal bir kaç kerre defterdar Muhittin Beyin başına gelmişti.

Valinin ecnebilerden korktuğu, ecnebilere ait işleri derhal fasleydiği de pek dillerde dairdi. Hatta vilayetce bir mes'ulunun bir türlü is'af edilmemesinden, ukde-yi teehhüre uğratılmasından yüreği yanan bir maslahat sahibi bir gün bastonun ucuna bir şapka geçirerek kapunun perdesini hafifce kaldırır, Paşanın odasına uzatır, perdenin arkasından söyleyeceğini söyler. Bilmem yalan, bilmem sahih, bu fıkrayı hikaye ederlerdi.

İşkodralızade pek afif, salih idi. İrtikâb nedir bilmezdi, mürtekipleri sevmezdi dedik, fakat bu faziletleriyle beraber âdi bir vali idi. İlk vilayetinde hiç bir iş görmedi ve göremezdi.

Anlehhasr ve bipesendeşirinest

eserine meftun idi. Kendini Padişaha beğendirmekten başka bir endişe gözetmedi, «Elnas ilisüluk mülkhüm». Bir sızıltı çıkartmadan dolab-ı idareyi olduğu gibi döndürmeği gaye-yi mal bilirdi. Ne bir yol, ne bir bina yaptırdı. Mekteb-i İdadî ve saire gibi eslafının zaman-ı hükümetlerinde başlanmış asar-ı umranı yüzüstü bırakıldı. Devr-i hamidiyi o cihetten şahısında tecessüm ettirdi. Memuriyetce müstakim, lâkin şahsen pek civanmerd değildi. Hem bizzat münafik idi. Arzettiğimiz gibi sevmediklerini hatta hayatına, sebeb-i maişetine kasdettiklerini taltiflere boğardı. Hemde münafikleri severdi, özünü sözüne uyduranlardan hoşlanmazdı. Hele magzub-u padişahî olanlardan âdeta tevahhuş eylerdi.

İlk valiliğinde o zatı pek yakından tanıyamadımdı, fakat yine böyle gördümdü. Bir kaç sene sonra ikinci valiliğinde iyi tanıyınca bu görüşümün isabetini takdir eyledim.


Lâkin tuhaftır, valinin istikameti o derece işe yaramazdı ki diğer memurları bile irtikâbdan men edemezdi. Filvaki Hasan Paşa adliye ve mülkiyeten mürtekib memurların aleyhinde muttasıl makamat-i âliyeye yazardı. Lâkin İstanbulca belli, başlı bir. hâmiye mâlik olmadığı için sözünü geçiremezdi. Her biri bir kapuya intisab eden, mutarriden hediyeler gönderen öyle memurları nadiren azlettirmeğe muvaffak olurdu.

Hasan Paşa hamidane vahham idi. Erkânı-1 askeriye ve mülkiyeden bazı zevatın geceleri toplanmalarından tehaşi ederdi. Hele Ali Muhsin Bey takımını, o bipervalar alayını, o eğlenceleri fena bir nazarla görürdü, öyleleri hükümetin semtine hemen uğratmazdı. İhtimaldır gerek Ali Beyin, gerek arkadaşlarının aleyhinde devair-i aidesine çok yazmıştı, fakat onlar da o zevkutarap âlemlerinde kafayı şenlendirdikce Paşaya alenen atar, tutarlardı. Ben Haleb'e gittiğimden bir kaç ay sonra bu vali infisal etti. Frenkler: «Akvam-1 mes'ude tarihe mâlik değildir» derler. O zatın da vilayetce hemen hiç bir eseri, izi yoktu. Halbuki eslaf-1 derakibinin, hele Cemil Paşanın menakibiyle, asariyle, icraatiyle kulaklar dolu idi.

Cemil Paşa 135 İstanbul'ca pek maruf değildir, ama Halepçe müthiş bir simadır, bir şahsiyeti-i harikulâdedir. Bu vilayeti maddeten manen de büyükce bir inkilaba, fakat bazen makbul, bazen de medhul, her halde şad ve naşad vasıtalarla mazhar kılan odur.

Cemil Paşa asker imiş, cesur imiş, muktedir imiş, faal imiş, fakat gaddar, kahhar imiş. Azmini icra etmek için ahlakî ve saire hiç bir kayıt ile mükellef olmaz imiş, âdetâ küçük bir mikyasta bir Napoleon imiş. Bu zatın zaman-ı vilayetinde Halep'te maalesef bulunmadım. Lakin ondan az sonra o diyara gittiğim için ef'al ve icraatını yakından işittim, gördüm. Valiyi daha ziyade tanıyanlar bitarafane, müdekkikane bir eserle tanıtsalar devr-i ahirde vilayet-i osmaniyenin tarihinden mühim, ibretâmiz bir safhayı göstermiş olurlar.

Bir yandan pederi Namık Paşaya, bir yandan sây-1 askerî ve sairesine, bir yandan da teveccüh-ü padişahiye dayanarak Cemil Paşa Halep'te yalnız valilik etmekle kalmamış, bir kaç sene âdetâ saltanat sürmüş, keyfinden, muradından, emelinden başka bir kayıt, kanun bilmemiş, aşdığını asmış, kesdiği kesmiş.

Evvelâ bazı beylerin bir nev'i derebeyliklerinin, eşrafın başlarını haklı, haksız kırmış, derecelerini hemen ahad-1 nas menziline indirmiş, o zamana kadar başka valilerin yapmadıklarını yapmiş.


Meselâ o devirde Hasanbeyzadeler diye maruf bir aile varmış. Bu Hasan Bey bir derebeyi imiş. Hükümete vergi, aşar vermedikten maada bizzat icra-yı hakimiyet bile eylermiş. Hükümet bu teferrüdlere her ne sebebe mebni ise göz yumarmış, valiler Hasan Beye baş eğerlermiş. Bu zatın garip garip menakıb-ı itisafını anlatırlar. Meselâ bir gün Haleb'in hiristiyan gençlerinden biri gümüş işleme palanla mükellef bir katıra biner, kıra gezmeğe çıkar. Cengiye civarından, Hasan Bey bahçelerinden birinin önünden geçerken bir erik ağcından ufak bir dal koparır, kırbaç gibi kullanmak ister. Lâkin bahçevanlar herifi yakaladıkları gibi Beyin huzuruna çıkarırlar. Hasan Bey derhal bir hesap yapar. O küçücük dalın büyüdükce nasıl bir ağaç olabileceğini, seneden seneye ne kadar erik verebileceğini hesap ile nihayet o hıristiyanı bu hareketinden dolayı küllî ceza-yı nakdîye mahkûm kılar, ona bedel de müzeyyen müreşşahasiyle beraber o mükellef katıri zapteder, katır sahibine de yol verir. İhtimaldır, adamcağız bu kadarla kurtulduğuna müteşekkiren çıkar, gider, sesini çıkarmaz. Çıkarsa bile kime işittirebilir, o derebeyi layüsel amayifiil değil mi?

Cemil Paşa vali olur olmaz iptida-1 emirde böyle zorbaların burunlarını kırar, hem fena halde kırar, çünkü bir kısmını hapishanelere bile atar. Nüfuz-u kanun ve hükümeti onlara tanıtır. Meselâ bu Hasan Beye yaptığı gibi.

Hasan Beyin oğulları da ayni tarzda, asar, keser, hükümete zerre kadar ehemniyet vermezler imiş. Bilfarz büyük oğlu İsmail vergiden küllî bir borcunu hiç tesviye eylemez imiş. Niçin etsin? Hiç bir memur ondan o cesaret parayı istemeğe bile e tmemiş ki. Cemil Paşa bir gün İsmail Beyi hükümet konağına davet eyler, bey bermutad bir taltif, meclis-i idare azalığı gibi bir tevcih sebebiyle sanarak bu davete icabet eyler. Gayet mükellef, zerduz palanlı kıymettar bir ata, ya bir katıra biner, iki taraftan uşaklarla muhat olduğu halde kemal-ı azametle saraya gelir, yine öylece doğru valinin odasına gider. Bir parça oturur, kahve içer, Paşanın kuru bir tebessüm-ü müstehziyanesinden başka bir iltifatına mazhar olmaz. Fakat bir de pencereden avlıya bakar, ne görsün. O binek hayvanı, o müzehhep muhteşem takimiyle haraç, mezad satıyorlar.

Filvaki Cemil Paşa emir vermişti. Bey iner inmez, tahsildar, jandarma neferleri yakalarlar, hayvanı, mezada çıkarırlar.


Bütün vilayet memurları, ahali beht içinde bu manzarıyı temaşa ederler. Bir vali koca bir Hasanbeyzadeye böyle bir muamele edebilsin, demek yeni bir devir başladı, başka bir idaredeyiz. Haleb'in bir şeyh-i marufu vardı, doksanlık bir ihtiyar idi. Bize garip garip fıkralar nakleylerdi. Bir gün bu vak'ayı anlattıktan sonra şu menkıbeyi hikaye etti:

İsmail Beyin bu mutantan rekub hayvanı öyle alelmila-elnas haraç, mezad satarlarken merdiven başından tellale «fiin cicat, fiinbizat? nerede civcivler, nerede yumurtalar?» diye bağırdım. Halk gülmeğe başladı, çünkü bu hikâye pek marufdur. Hasan Bey Bahsita sokağının başında büyük bir haneye sahipti. Bu konağın bir tarafında biçare bir yahudinin küçük bir evi vardı. Bey selamlığını büyültmek için bu eve göz dikmişti, fakat para ile tasarruf etmek istemiyor, yed-i gasbı uzatmak için bir vesile arıyordu.

Bir bahar mevsimi sayfiyesine gitmeden evvel o komşusunu çağırtır, ona emaneten tavuklarını, horozlarını, konağın kümesini bırakır. Yahudi korkar ama ne yapsın kabul eyler, etmese belasını bulur. Aradan iki, üç sene geçer, Hasan Bey tavukları, horozları sormaz. Biçare musevî de zaten o hayvanları besleyememişti, elden çıkarmağa mecbur olmuştu, bu hale sevinir.

Lâkin günün birinde o derebeyi huzuruna celp eylediği o müseviden, fiin cicat? fiin bizat? diye emanetlerini ister. Alamayınca yine bir hesap yapar, senede bir tavuk kaç yumurta verir, bu yumurtalardan ne kadar civciv peyda olur.

Bu garip hesap neticesinde yahudi Hasan Beye bir kaç yüz lira borçlu çıkar. Bu paraya mukabil de o derebeyi o zavallının o küçük evini zapt eyler, selamlığına ilhak eder. Bu hikâyeler pek doğru mu idi, bilmeyiz, fakat Cemil Paşa böyle derebeyi ailelerinin burnunu kırmıştı, o cihetten fikara-yı halkın duasını almıştı*.

(*) Bir istitrad İnsan hatırat-ı hayatını ölmeden evvel neşrederse hakikaten bazı mahzurlar var. Böyle vali gibi, nazır gibi rical-ı hükümetin hayatı artık tarihe geçmiş demektir. Bir sahib-i hame müverrih sifatiyle o hayatı bütün hakaikiyle bast etmekte hürdür. Zaten başka tarzda tarihî vesikalar, eserler vücude getirilemez. Fakat ne olursa olsun, insan, insandır, yani ne küçük mahluktur, bilmek için yalnız bu sıfat kifayet eder. Bu cihan-ı fenaya veda ettikleri için namları tarihe karışan bu ricalin evladı vardır, ahfadı vardır. Her hakikat söylenirse onlardan mülayim olmayanlar tabiatiyle hoşa gitmez, söylenmese tarihe hürmet edilmemiş olur. Vak'anüvislerimizden biri der ki: «Mehasini itra için elimden ne geldiyse yaptım, mesaviyi mümkün mertebe gizledim.» Biz de bu yolu tutacak olursak tarih değil, âdeta bir kaside yazmış oluruz ki halkı kuru kuruya iğfaldan başka bir işe yaramayacağı için hiç yazılmasa daha hayırlıdır.

Bu mülâhazalara mebnidir ki biz alâkadarların aff-u-sahfını temenni eyleriz. Filvaki her hakikatı bütün çileği ile, çirkinliği ile ortaya atmayız, fakat vak'alarla, vesikalarla müeyyed bildiğimiz bir hakikatı da, velev aleyhde olsun, edep ve nezaket dairesinde bast etmekten çekinmeyiz. İnsan olmaz ki sırf hasenata malik olsun da seyyiattan berri olsun. Arabın dediği gibi :

Kufi el mer nibla in taad maaye

Bir ferd için ayıpları madud ve mahdud olmakda bir şerefdir. Hulasa, bu istitrad ile şu hususu arzetmek isteriz ki bu hatıralari neşreḍerken karaya beyaz diyemeyerek bazı rical için pek hoşa gitmez hakikatları da söylersek ifadelerimizin sıdkına kail oldukca bizi mazur görmeleri o ricalın zürriyetlerinden müsterhamdır.


Cemil Paşa asker imiş. Fakat nasıl yetişmiş, Avrupa'da mi ikmal-ı tahsil eylemiş, bu cihetleri tahkik edemedim. Ancak bu zat fikren müterakki imiş, Halep vilayetinin zapt ve raptını, asayişini temin etmekle iktifa etmemiş, imarına da muvaffakiyetle çalışmış. Çöle, aşiretlere, en büyük şeyhlere varıncaya kadar meharetini göstermiş. Aradan böyle seneler geçtikten sonra bile biz orada iken Cemil Paşa bütün o muhitte baştan başa namı hürmetle, tekrim ile yad olunurdu.

(19)

Halep Suriye'nin hemen en parlak şehridir. Servet mamuriyyet itibariyle o zaman Şam'ı da, Beyrut'tu da geçerdi. Süveyş açılmadan evveli Hindistan mevaridati ekseriyetle Halep ve İskenderun tarikiyle vukua gelirmiş. Daha o zamandan küllî bir servet bu şehirde toplanmış. Fakat Haleb'in bir kusuru varmış. Şehir eski ve basık mahallerde kapanmış, kalmış. En açık, en güzel cihetlerine doğru ilerleyememiş, Cemil Paşa bu ahvali nazar-ı itibare alarak Halep şehrini en havadar tarafındn, İskenderun yoluna doğru tevsi eyler, Cemile mahallesini tesis kılar. Babelferc dedikleri eski şehrin kapısından itibaren büyük bir cadde açar ki tâ İskenderun yoluna iltihak eder. Sonra Cemile tesmiye edilen bu yeni bu vası mahallenin başlangıcında bizzat kendi yan yana bir çift mükemmel konak inşaat ettirir. Öyle konak ki serapa taşdan, ahırlara, selamlıklara varıncaya kadar her türlü müştemilatı muhtevidir. Yine bu mahallede Cemil Paşa sıhhiye tabibi Türado, miralay Ali Muhsin Bey gibi havas mensubinine mükemmel haneler, kâşaneler yaptırır. Cemile'nin ilk temeli atılir. Sıhhat, nezafet letafet itibariyle bu mahallede ikamet etmek o basık, o kapanık şehirde oturmağa bin kerre mürecceahdır. Fazla olarak da şehrin evleri mimarice tuhaf, kışın soğukdan, yağmurdan, yazın sıcaktan tahaffuz olunmaz bir surette inşa edilmiştir. Çünkü hep orta yerde lüzumsuz, üstü açık birer avlıya maliktir. Halbuki Cemile'nin konakları en son usülde Avrupa binaları idi. İstikbalde bu yerlerin para edeceğini idrak eylediği için bu mahallenin bir tarafında İskenderun yolu boyunca külî araziyi Cemil Paşa miriden ucuz bir bedel ile satın almıştı.


Fakat bu faal, bu azimkâr valinin yine bu yeni mahallerde vücuda getirdiği en büyük, en mübarek eser şahane bir mekteb-i idadî idi. Bir mekteb-i idadî ki büyük bir arsa üzerine bina edilmiş, harikulâde idi. O kadar denilebilir ki henüz payıtahtımızda bile böyle bir mekteb-i idadi inşa olunamadı. Maalesef Cemil Paşa bu eser-i harikulâdeyi büsbütün ikmale muvaffak olmadan infisal etmişti. Fakat iş o derece kuvve-yi karibeye gelmişti ki Emrullah Efendi 136 gibi istikamet, cesaret, faaliyet itibariyle aranmakla bulunmaz bir maarif müdürü en aciz valiler zamanında noksanlarını birer birer bitirerek bu dar-ül-irfanı mükemmelen açmağa muvaffak oldu. Emrullah Efendi devlet memurları arasında emsalsız bir insan idi. Müstakim muktedir, çalışkan idi. Yalnız bir kusura malik idi. O da ihtisas, ihtiyat nedir bilmez, her telden çalar her işi bizzat görmek ister, neticede ekseriya müşkülat içinde bunalır, kalırdı. Geceleri hususi bir hocadan arapca tefsir okumağa kalkışır. Sabahları kimya, hikmet, felsefe ile meşgul olur. Mekteb-i-idadînin bakiye-yi inşaatına bizzat nezaret eyler, tefrişatiyle uğraşır. Bilfarz dershane sıralarına varıncaya kadar en son usülde eşyayı Paris'e Hachette kütüphanesine yazarak getirir. Bu sarfiyata karşılık bulmak için Maarif hesabatını altüst ederek Nezaretin gözünü boyar. Bir gün mekteb-i idadîye bu harikulâde sıralar gelmişti, fakat boyasız idi. Kimya-yı sanayi ile o esnalarda çok meşgul olduğu için Emrullah Efendinin maksadı nazariyattan tatbikata geçerek o sıraları bizzat boyamak idi. Bu iş için mekteb-i idadînin üst katında bir ispirto mangalı hazırlattı, ecza-yı lazimeyi tedarik eyledi, büyük bir tencere içinde bir boyadır imale başladı, bir tecrübe, bir muayene bir türlü olmadı. Boya bazen renksiz, bazen susuz, bazen cilasız çıkıyordu. Emrullah Efendi de kitaplara bakarak muttasil eczadan birini artırıyordu, öbürünü azaltıyordu, harareti o nisbette çoğaltıyordu, Fakat bir gün bu tecrübelerle fazla meşgul iken tencere kaynağa kaynağa «güm» dedi, patlayıverdi. Ortalığı o kızgın mayi istilâ eyledi, az kalsın o allame-yi bimudaninin yüzü, gözü yanacakdı. Bereket versin yalnız esvabı hurdahaş oldu. Biz de kızdık, söylendik, Emrullah'ı o sevdadan vaz geçirdik. Şehirden bir boyacı çağırtarak bütün o sıraları öyle pek fennî değil, amelî bir tarzda, fakat mükemmel boyattık.


Emrullah Efendi Halep'te çok kalmadı, fakat az müddet içinde büyük bir iş gördü. O da bu mekteb-i idadîyi böylece açmağa muvaffak olmakdı. Cemil Paşanın Halep'te bıraktığı eserlerin, bilahare irfan-1 memlekete ettiği hizmet dolayısiyle en parlağı, hiç şüphe yok, bu mekteb-i idadî idi. Maamafih bu valinin ecnebî konsoloslara karşı istiklâl-ı hükümeti muhafaza etmek yüzünden de büyük yararlıkları olduğu söylenirdi. Bu vilayetlerde konsoloslar uhud-u atikayı büsbütün su-i istimal ederek her işe karışmağı öteden beri âdet etmişlerdi. Rivayete göre Cemil Paşa bu müdahelelerin sonunu almıştı. Konsoloslarla bu yolda mücadelerine dair de Paşanın garip garip menkıbelerini anlatırlardı.

Hulasa, Namık Paşazade Halep vilayetinde baştan başa müthiş bir siyt bırakır, kanunî olmaktan ziyade keyfi icra-yi hükümet eder. Fakat hep büyük, hep müheyyiç işler görür, eşraf-ı memleketin şikayetlerine bâdi olur. Bilhassa Kâhyazadeler ayaklanırlar, Paşanın aleyhinde atebe-yi seniyeye telgraflar yağdırırlar. Sahib Molla merhum tahkikat için Babıâliden oraya gönderilir. Gürültüler, kıyametler, nihayet bir müddet sonra Cemil Paşa azl olunur, Halep ayanı da nefes alırlar. Kâhyazadeler, Cabirizadeler ve saire de cendereden kurtulurlar. Fakat umran ve terakki itibariyle aceba Halep bu yüzden kâr mı eder, zarar mı eder? kesdirilemez, çünkü biz o devirde bulunmadık, sonradan geldik. Cemil Paşanın hasenatına, seyyiatina dair de söylenen sözlerin haddi, hesabı yokdu. Ancak asar-1 fiiliyesine bakılınca hasenatınin seyyiatina galip olduğunu teslim etmek zarurî idi. O koskoca vilayet bu kâbda bir kaç vali görmüş olaydı, elbette memalik-i osmaniyede emsalsız bir mamure olurdu.

Cemil Paşaya isnad olunan kabahatların en barizi nefsini kanunun fevkinde tutmak, hususiyle valiliği sayesinde çiftlik, arazi, mal ve mülk sahibi olmak idi. Bu isnatlar ne dereceye kadar hakikat idi, kestirilemez çünkü meselâ esasen zengin olduğu için Paşa fırsattan istifade ederek hususî servetiyle de bu işleri görebilirdi.


Her halde bu vali, ne olursa olsun, o memlekete hizmet etmişti. İşte Hasan Paşa, Hasan Paşa ki bir istikamet-i mücesseme idi, lâkin vilayetini atalet içinde boğdu, batırdı. Cemile mahallesinin ismini Selimiye'ye tahvil eyledi, amma ne mekteb-i idadî'yi. ikmal etti, ne bir karış yol yaptı, ne de başka bir eser-i umran gösterdi. Hasan Paşa zamanında nüfuz-u vilayet mektupcu Nazım Beyin 137 elinde idi. Nazım Bey genç, muktedir bir sahib-i kalemdi. Ziya Paşa merhumun bir telmizi, hatta bir çok gayrı matbu eserlerinin hafızı idi. Kemal Bey merhumu, bütün o zümre-yi eazımı yakından tanımıştı, Muhataba unvaniyle edebî, felsefî bir eser de neşr eylemişti. Yalnız nesirde değil, şiirde dahi temeyyüz eyliyordu. Hususî bir hocadan meşhur arap şairi İbnülfarizi okuyurdu, ekseriya nizamen terceme ediyordu. Naci ile de muhaberede idi. Hatta hatırımda kaldığına göre

Nazım! Ayan-ı ehl-i irfana
Görünür zübde elhüküm bu hitab

diye Muallim-i merhum Muhatabaya bir takriz yazmıştı.

Mektupcu Nazım Beyin dirayeti de bu siyt-i edebisine yaver olmuştu. Hükmü vilayette keyf-i maişa cari idi. Küçük büyük memur, eşraf erkân hep validen evvel ona hulus çalarlardı. Haleb'e muvasalatımda Nazım Bey bana hüsn-ü kabul gösterdi, eserlerini verdi, şiirden, edebiyattan bahseyledi, ben de ona :

Talim ile hep muhatabenden
Esrar-ı kelamı anladım ben

gös diye kasidemsi bir manzum söyledimdi, kudret-i şiiriyemi termek istedimdi. Hasan Paşa infisal ettikten sonra Nazım Bey bir zaman daha Arif Paşa ile mektupculukda kaldı. Sonra başka bir vilayete gitti, mutasarrıflıklarda, valiliklerde bulundu. Balkan harbinde Selanik valisi idi, şimdi mütekaiddir.

(20)

Bu esnalarda Halep vilayetinin erkân-ı memurini içinde bir vergi müdürü Reşit Bey vardı ki pek hoş, pek nekre bir insan idi. Bir kerre emlâk-1 vakfiyeye dair bir encümen teşkil olunmuştu. Reşit Beyle beraber, Mevlevi şeyhi, maarif müdürü, ben de o encümene aza idik. Mevlevi şeyhi her mazbatanın altına muttasil İbni Mevlana diye imza atar, dururdu. Bu tafrafuruşluğa canı sıkıldığı için Reşit Bey de Reşit Bin Âdem aleyhisselam diye imza koymağa başladı. Bir gün bir yağmur duası tertip eylemişti ki şöyle idi: Vali Paşanın istikameti, Hâkim Beyin Kameti hürmetine -Vali gayet mürtekip, hâkim kanbur idi · -Mektupcu Beyin hilmi, Kâzım Paşanın ilmi hürmetine- -Mektupcu hadidülmizaç, Paşa kara cahil idi.- Reşit Bey senelerce o memuriyette kaldı, dört beş valiye hizmet etti. Nihayet ikinci vilayetinde Hasan Paşanın sillesine uğradı, infisal eyledi. Maamafih her valiye çatmanın yolunu bilirdi. Bir ziyarette Müşir Osman Paşaya138 şöyle huluslar ibraz ediyordu :


Hasan Paşa muhlisinizin merakı şiire idi. Kemteriniz gece sabahlara kadar Nef'i, Nabi divanlarını hatm eyler, ertesi günü Vali Paşaya okur, o sayede göze girerek mevkiimi muhafaza ederdim Hasan Paşadan sonra Arif Paşa geldi. O mübarek tavlaya müptelâ idi. Haydi biz elde zar, önümüzde tavla geceleri şeş beş kapıları aramakla, bulmakla meşgul olurduk. Hatta bu oyuna dair eskiden yazılmış bazı eserler getirerek tetebbüe koyulduk. Naçare, Paşamızın teveccühünü kazanmak için başka yol yokdu. Vakta ki Zat-1 Fehametemeabınız teşrif buyurdunuz, lehülhamd işten başka bir endişeniz, bir merakınız olmadığını ef'al-ı fahimanenizle gösterdiniz. Oh! Biz de nefes aldık, işimizle, vazifemizle uğraşmaya koyulduk, vilayet müstefid oldu, ubbad-1 Allah kazandı.

Reşit Bey gayet lâtif bir ifade ile bu menkıbeleri anlatırken Osman Paşa gülmekten katılıyordu. Valilerin hakları vardı, bu zat aranmakla bulunmaz bir nedim idi.

Maamafih bu cemaattan ayrı olarak biz gençler, genç fikirli memurlar aramızda bir cemiyet teşkil etmiştik, hep baş başa yaşardık. Maarif müdürü Emrullah, vilayet tercümanı Sefa139, ziraat müfettişi Vahan Surinyan Beyler, ben ekseriya birlikte imrar hayat eylerdik. Hatta bazen bir evde otururduk. Bir de menfa müdde-i umumi mazulü Raşid Bey vardı ki o da hemfikrimiz olduğu için bize pişvalık ederdi. Öbür kudemanın tabiî aleyhinde idik, çünkü hepimiz gayret ve himmet sahibi idik, irtikâb, fesad nedir, bilmiyorduk. Hasılı, onları beğenmiyorduk. Hasan Paşa infisal ettikten sonra Arif Paşa 140 isminde bir vali gelmişti ki Rıdvan Paşanın kayın biraderi idi. Trabzun'da iken, Allah taksiratını affeyelesin, bir tavuğa kadar irtikâb ettiği için bir «Tavukcu Arif Paşa» denmekle maruf idi. Miskin, biçare adamcağız idi. O illet-i irtişadan münezzeh olsaydı başka bir kusura malik değildi. Ancak valilik değil, kaymakamlık bile edemezdi.

Bu valinin zamanında Halep altüst oldu, çünkü nüfuzu vilayet elden ele dolaşırdı. Valiye iyiden iyiye çattıkları için eşrafın bir kısmı hoşnud idiler, meclis-i idare-yi vilayete giriyorlardı, başka memuriyetlere yerleşiyorlardı. Böyle yapamayan kısmı ise müşteki idiler, çünkü hükümetten uzakta kalıyorlardı. Bu uzaklık ise bu zatlar için ölümdü, çünkü bütün işlere sekte verirdi. Cabirizadeler, Müderriszadeler Arif Paşaya çatkın idiler. Fakat Kâhyazadeler değildiler. Galiba Vali Paşa onlara iade-yil ziyaret bile etmemişti.

O su-i idareye, o irtikâba inzimam eden bu ahval saikasiyle çok geçmeden Arif Paşanın aleyhinde bir fıkra-yı muhalife teşekkül eyledi. Biz gençler esasen Paşanın en birinci hasımı idik. Her içtimamızda aleyhinde söylediğimizi bırakmazdık. Hele ben bu yolda en ileri gidenlerden idim. Arif Paşanın bendegânından bir polis komiseri vardı ki alenen rüşvet alırdı. Bir iki kerre bu herifin fenalıklarını tuttumdu, meclis-i idareye etrafiyle yazdımdı.


Paşa pürhiddet idi. Komiser ise diş bileyordu. Bir gün hükümet arkasında bir sokakta bir arkadaşiyle beraber bu herif bana rast geldi, itale-yi lisan eyledi. Fes başımdan fırladı, boğazına sarıldım, komiseri ayağımın altına aldım. Ahali koşuştular, bizi ayırdılar. Ama komiser dayak yedi, diye Halep çalkalandı, çünkü efkâr-1 umumiye benden taraf idi. O hal, o hırs içinde valinin huzuruna çıktık. Arif Paşa Senin kırdığın ceviz bini geçti, diye bana çıkıştı. Ben de, senin irtikâbın da ayuka çıktı, diye mukabele ettim. Seni hapsederim, dedi. Kılıma dokunamazsın, cevabını verdim. O da, ben de Mabeyn Başkitâbetine telgraflar yağdırdık. Bana cevap vermediler, fakat polis komiseri derhal aşırıldı. Vali de ne azil, ne hapis, aleyhimde hiç bir harekete cüret edemedi. Emrullah Efendi, Sefa Bey, bütün gençler o gece Raşid Beyin evinde toplandıkdı. Arkadaşlarım hep benim tarz-ı hareketimi tasvip ettiler. Mabeyn Başkitâbetine şikayetnamelerimi beraber kaleme aldık, fırsattan istifade ile Valinin aleyhinde yazmadığımızı bırakmadık.

Devr-i hamidîde menfiliğin bu muhassenatı vardı. Bir menfi bir dereceye kadar mümtaz idi, öyle kolay kolay azl olunamazdı. Padişahtan sadır olmayınca ceza da görmezdi.

Benden sonra Sefa Bey böyle bir belaya tutuldu. Sefa Bey ki şimdi Hariciye Nazırıdır. O zaman Halep vilayeti tercümanı idi. İstikamet, fazilet, hamiyet timsalı bir genç idi. Vazifesini vicdanına, içtihadına imtisalen ifa eylerdi. Bu hususta onlardan başka âmir bilmezdi. Vali, diğer erkân-ı vilayet, tabiî bazı gayr-ı meşru endişelere mebni, vilayet tercümanının işlerine müdahaleye kalkışırlar, o da onlara dayatır, bir gürültüdür kopar.

Haydi, biz yine toplandık, vilayetin aleyhinde atebe-yi hümayuna ateşin telgraflar yağdırdık. Fakat galiba bir parça ileri gittikdi, çünkü bütün tarz-ı idareyi batırıyorduk. Bir telgrafnamenin nihayetinde :


«Her avuç toprağı bir kese altın değer şu mülk-ü muazzez-i hümayunlarının bu gidişle muhakkak bir izmihlaldan kurtarılmasını mahza hamiyet ve sadakat saikasiyle istirham eyleriz.» dedikdi. Daha garibi o şikayetnameleri müştereken imzaladıkdı. Ağleb-i ihtimal, yazdıklarımız hasır altı edildi, çünkü ne valiye, ne öbürlerine dokunulmadı. Ş. Sami Bey merhum ki Sefa Beyin dayısı, hâmisi idi, bir telgrafla mir-i mümaileyhi İstanbul'a çağırdı, vilayet tercümanlığına da başka biri tayin olundu. Biz müteessir olduk, çünkü cihandeğer bir arkadaş kayıp ettik. Hakikaten Sefa Beyle iki sene kadar Halep'te pek hoş vakit geçirdikdi. Gece ve gündüz beraber idik. Hükümette memuriyet hasebiyle birbirimizi sık sık görürdük. Fakat hükümetten çıkınca yekdiğerimizden ayrılmazdık. Haleb'in her hali, hayatı hoşumuza giderdi. Sefa Bey sakin, sakit, zahiren sakit, fakat samimiyette hoş sohbet idi. Gayet ketum, son derece mukdim, vazifeşinas idi. Dostuna dost, hasılı aranmakla bulunmaz bir gurbet refiki idi. Pek çok insanlarla görüşmezdi, fakat görüştüklerini hüsn-ü intihab ederdi. Merdanseverdi, yine pek çok kitap okumazdı, lakin okuduklarını seve seve, tekrar tekrar okurdu. Donkişot hikâyesiyle Martens'in diplomasi rehberini 141 elinden düşürmezdi. Mübalağa olmasın ama o hikâyeyi belki yirmi otuz kerre hatmetmişti.

Aradan yirmi otuz sene geçtikten sonra birbirimize mülaki olunca, gariptir bu yar-ı kadimi yine öyle buldumdu, hiç değişmemişti.

Sefa Bey böyle infisal etti. Emrullah Efendi İzmir'e tahvil-i memuriyet etmişti. Benimle beraber Haleb'e naklolunan zavallı Fahri de intihar eylemişti, çünkü içkiye, kumara, karıya tutulmuştu, fena bir muhite düşmüştü. Yanımıza gelmez oldu. Hatta gerek arkadaşlarıma gerek bana asılsız yere düşman kesildi, vehim getirdi. Ne söylediğini, ne yaptığını bilmiyordu. Bizi hayale sığmaz cinayetlerle itham eyliyordu. Bir gün Sefa Beyle hükümetten çıktık, evimize gidiyorduk. Arka taraftan doğru bir revolver gürültüsü işittik. Bir de koştuk, baktık ki zavallı Fahri kendini kalbinden vurmuştu, derhal teslim-i ruh etmişti. Ne için arkamızdan geldi? Bizi de mi öldürecekdi? Neye öyle sokak ortasında intihar etti? Bu muammalar hallolunamadı, çünkü biçare gencin bir vasiyeti, mektubu çıkmadı. Fakat muttasil «absent» içerdi, çıldırmıştı. Çoktan beri hükümete, vazifesine gelmiyordu. İntiharında beş on gün evveli idi, bir sabah hasta mıdır diye evine uğradımdı, Fahri'yi perişan bir halde buldum. Gözler kıpkırmızı surat sapsari idi. Hiddetinden ateş püskürüyordu. Masanın üstünde boşalmış bir revolver duruyordu. Biçare genç bana şu hikâyeyi anlattı: «Ah birader. Dün gece çektiğimi bilmezsin. Şu hınzır yastıkları dikişçi karıya ısmarladımdı. Fakat uçların böyle sivri olmamasını bilhassa tavsiye ettimdi. Yezit kadın inadına sivri mi sivri yapmasın mı. Gece işin farkına varınca hırsımdan çatlayacaktım. Bereket versin ki revolveri aldım, bir kurşunla o uçları yaktım, öyle bir parça rahat ettim. Lâkin sabaha kadar yine gözüme uyku girmedi.» Bu hali gördükten sonra bana âdetâ bir korku geldi. Zaten kumarbaz, sarhoş ve saire bir sürü fena heriflerle de düşüyor, kalkıyordu. Fahri142 ile sık sık görüşmez oldukdu.


Bu devirde Halep arkadaşlarımızdan biri de Vahan Surinyan Bey idi ki Almanya'da ziraat tahsil etmiş, ziraat müfettişi olarak o vilayete gönderilmişti. Gayret, faaliyet içinde hoş bir genç idi. Mutlak bir iş görmek, bir nümune çiftliği vücude getirmek, zürraya hizmet etmek, usul-ü ziraatı ıslah eylemek isterdi. Fakat heyhat!

Varak-ı mıhr-ü vefayı kim okur, kim dinler?

Hiç bir tarafdan muavenet görmezdi, defterdardan para alamazdı, valiler böyle teceddüdlere kulak asmazlardı. Biçare Vahan bu müşkülat içinde yuvarlanır, dururdu. Bütün mülhakatı devr ve teftiş eylerdi, elinden geleni yapardı. Gürültü, patırdı, nihayet şehrin civarında bir mikdar arazi hükümet namına satın aldı, bir nümune çiftliğinin vaz-ı esas resmini icraya muvaffak oldu. Olduktan sonra o başka bir vilayete tahvil-i memuriyet edince bu çiftlik de böyle yüz üstü kaldı, bir türlü kuvveden fiile çıkamadı, hatta unutuldu, gitti.

Vahan beşuş bir arkadaş idi. Daima bizimle düşer kalkardı, hemfikrimiz idi. Halep bizde o derece güzel bir hatıra bırakdı ki şimdi bile ne zaman Sefa Bey, o ve ben bir araya gelsek derhal o demleri güle güle hatırlarız. Aramızda o zaman en büyük rabita hürrriyet-i fikriye idi. Biz bu hassa ile büsbütün başka âlemde, başka sevdada yaşıyorduk, o reviş-i kadimi hiç muvafık bulmuyorduk.

Bu meslekte bize pişvalık eden bir çerkes Raşit var idi ki mabeyn memurlarından iken Haleb'e nefy olunmuştu. Bir aralık müdde-i umumilikte bulunmuştu. İlmen pek müterakki değildi, fakat fikren son derece hür, gayet zeki, dekaik-i umur-u hükümete âşına idi. Bu mezayasiyle erkân-1 vilayeti korkutmuştu. Vilayetten bütün o şikayetnameleri, mabeyne o müracaatlarımızı bu zatın nasihatlariyle, delaletleriyle evinde tertip eyledikdi. Raşit umumilikle gitmişti. Bey bilahare Halep'ten Sivas'a müdde-i Oradan da Trablusgarb'a nakl-ı memuriyet eylemişti. Sonra bir müddet mazul, menkub kaldı. Nihayet yine o vilayette bir kaza kaymakamı iken eşkiya tarafından katlolundu. Son derece zekâsiyle beraber pek ilmiyle âmil değildi, ef'alı efkârına o derece tevfik olamazdı.


Vali Arif Paşanın muarızları arttıkca artmıştı. Bilhassa Kâhyazade Ahmet Efendi ki şimdi ayandandır, ona çok düşman idi. Valiyi sevmiyenler, istemiyenler bu zatın hanesinde hemen her gün toplanırlardı, mabeyne mahzarlar, şekvanameler hazırlarlardı. Bu müştekilerin içinde eşrafdan Güvabeyizade Abdurrahman Efendi isminde gayet zeki, muktedir bir zat var idi ki Arif Paşanın aleyhinde Mabeyn-i Hümayuna, Babıâliye yazmadıklarını bırakmazdı. Bir kerre şu mealde bir telgraf çekmişti :

«Valinin su-i idaresiyle, ehliyetsizliğile vilayetin asayişi öyle bir hale geldi ki ertesi günü sağ çıkacağımızdan emin olmadığımız için ahali kulları her gece yatmadan evveli birbirimizle helallaşıyoruz. Artık bu tahammülgüdaz hayata, bu iztiraba bir hatime çekilmesini istirham eyleriz.»

Hakikaten vilayet fena halde idi, çünkü zabıta reisine, alay beyine, başlıca memurlara varıncaya kadar herkes valinin aleyhinde idi. Kurban bayramından bir kaç gün evveli idi, Halep'le İskenderun ortasındaki «Hamam» mevkiini eşkiya bastırdığı, bir çok yolcuların soyuldukları işitildi. O mütemadi şikayetlerin üzerine bu vak'a İstanbul'a tabiî fena aksedecekti. Alaybeyine pek emniyeti olmadığı için Vali Paşa bizzat takib-i eşkiyaya çıkdı, araba ile Hamam'a kadar gitti. Bayramı orada geçirdikten sonra sıfrülyed avdet eyledi. Şakilerden hiç biri tutulmamıştı. Zavallı Arif Paşa bu hareketiyle büsbütün gülünç olmuş, kendi aleyhinde düşmanlarının eline yeni silahlar vermişti. Ben bile o zaman bu sefer-i garip için Ziya Paşa tarzında bir zafername söyledimdi ki, hâlâ hatırımdadır. Şu kıt'ayı muhtevi idi:

Devlet ve millet için feda-yi îd etti
Şanını, şevketini, haysiyetini tezyit etti\ Namini safha-yı tarihte teyit etti

Çöldeki şöhretini sureta temin etti
Yüzünü gördü de dembeste-yi dehan oldu cemal

Artık bütün Halep çalkalandı. Bereket versin Arif Paşa da azlolundu da hücumlardan, istihzalardan kurtuldu.


(21)

Halep'te menfa hayatımın en hoş zamanı tedris ve tederrüste geçti. Hem hoca, hem şakird idim. Hoca idim, mekteb-i idadîde tarih ve edebiyat okuturdum. Şakird idim, Halep meb'us-u sabıkı Şeyh Beşir Gaza gibi bir allâmeden hadis ve tefsire varıncaya kadar arapca okurdum.

Yukarıda arzettiğim gibi Emrullah Efendiden sonra Tosun Paşazade Tevfik Bey143 gibi harikulâde bir maarif müdürü gelmiş, mekteb-i idadî'yi Memalik-i Osmaniye'de emsali bulunmaz bir mertebe-yi kemala ref eylemişti. O da selefi gibi İstanbul'u dinlemiyerek iş görürdü. Nevakısı dilediği gibi ikmal eylerdi. Derisaadet'ten gönderilen muallimleri ikinci derecede hizmetlere koyarak dersleri vilayetteki erbab-ı lıyakata tefviz ederdi. Bu sayede mektebi mükemmelen tanzim eylemişti. Fakat faal olduğu derecede sert idi. İş hususunda hatıra, gönüle riayet etmezdi. Babasını bile dinlemezdi. Bu yüzden maiyeti ile zor geçinirdi. Mektep müdürlerini ekseriya beğenmez, peyderpey azlettirirdi. Yalnız zaman-ı idaresinde dört beş müdürden ikisini bir parça tutmuştu. Onlardan biri Mehmed Ali Aynî Bey, 144 diğeri Abdi Bey idi ki bu zatlar cidden liyakat ve fazilet sahibi idiler. Öyle olduklarını bilahare mesleklerinde erdikleri feyz ile de isbat ettiler.

Hakikaten Tevfik Beyin maiyetinde muallimlik, hususiyle mektep müdüriyeti güç idi, çünkü ifa-yı vazifede cüz'î terahiye imkân yoktu. Maarif müdürü şafak sökmeden evvel fenerle mektebe gelirdi. Şayet müdürü, mubassırları vazife başında bulmazsa meded-Allah ortalığı kasar, kavururdu. Hele sevmediği memurların mutlak kusurlarını bulmakta pek mahir idi. Meselâ ilk def'a mektep müdürü olarak bir Ziya Bey gelmişti. O. nev'i alayışı sevdiği için olsa gerek, müdüriyet odasının bir makam-1 tevkirine Padişahın İstanbul'dan beraber getirdiği tasvirini asmıştı. Bir nev'i dalkavukluk gibi addettiği için midir? Nedir? Tevfik Bey bu nümayişten hiç hoşlanmamıştı. O günden itibaren o derece tazyik altına aldı ki biçare mektep müdürünü az zaman içinde istifaya mecbur eyledi. Daha sonra Mekteb-i Mülkiye arkadaşlarımızdan Fehim yine o vazife ile Haleb'e gelmişti. Fehim muktedir idi. Hüsnü site malik idi. Gece sokağa çıkardı, sabahları geç yataktan kalkardı. O maarif müdürü ile böyle bir serbesti-yi hayat muhal idi. Tevfik Beyin adı huysuz, geçimsiz çıkmıştı. Halbuki bütün kusuru vazifesinin esiri olmaktan, maiyetini de öyle görmek istemekten ibaret idi. Bu zat kadar iş sever vazife âşıkı, ayni zamanda cesur, azimkâr, müstakim bir memuru zannetmeyiz ki, her hangi devirde olursa olsun, Maarif Nezareti kolay kolay görmüş olsun. Mahza memlekete hizmet derdiyle Tevfik Beyin ömrü gerek mafevki, gerek maiyeti ile cidal içinde geçerdi. Bütün bu mücadelelere hak, hakikat ondan tarafa idi. Mafevk iş düşmanı idi. Bu derece iş görmek isteyen, zamanın rehavet ve nezaketini hiç kale almayan memurları sevmezdi. Maiyet ise böyle bir âmirden daima müştekidi, çünkü her yerde çalışmamağa alışmıştı.


İşreti yok, kumarı yok, memuriyetten başka bir düşündüğü yok, gayret ve istikamet-i mücesseme, o saika ile herkesi kırar, geçirir, hatta bazen patavatsız, pek ileri bile gider. Tevfik Beyi erkân-1 vilayet sevmezlerdi. Fakat şerinden korkulur bir deli addeder, nazar-ı ihtiraz ile görürlerdi. Sonra anladık, biçarenin Maarif Nezaretince de mevkii böyle idi. İktidarına, cihandeğer mesaisine rağmen onbeş yirmi sene maarif müdüriyetinde kalmasına, hiç terakki etmemesine, muttasil Halep'ten Edirne'ye, Edirne'den Trabzun'a, Trabzun'dan bilmem nereye atılıp durmasına sebep de o idi. Yoksa o muhitte cüz'î takdir olsaydı, en büyük maarif memuriyetleri bu adamcağızın kılıcı hakkı idi.

Halep'te bulunduğu müddetce, Tevfik Beyle biz pek mükemmel geçindik. Mekteb-i idadî'yi âdetâ beraber tesis, beraber islah eyledik. Zarf ve mazruf itibariyle mükemmel olduğu için bu darültedris hoşuma giderdi. Talebe ekseriyetiyle çalışkan, zeki idiler. Bir kaç sene zarfında bilfaz Türkçeyi mükemmel elde ettiler, edebiyatta bile temeyyüz ettiler. İlk lisan-1 edebi, ilk irfani benden öğrenen, benim delaletimle, ikazatımla hayat-ı fikir ve muarrefine girdikten maada o vadide külli ilerleyen bu gençleri iptida-yı meşrutiyette, yani o tarihten onbeş sene sonra gurbetten vatana avdet edince, az çok mümtaz mevkilerde, ilmen, fikren, kalemen müterakki görünce âdetâ bir gurur hissettimdi, çünkü o zaman onlar için Halep'te benim gibi lisan, edebiyat ve tarih için fedakâr bir hoca bulmak muhal idi. Bu hakikatı takdir ettikleri için menfîliğime, öyle müessir bir maniaya rağmen gerek Emrullah, Efendinin, gerek Tevfik Beyin o vazife-yi tedrisi bana herçibadabad tevfiz eylemleri, hatta bu memuriyetimi Nezaretin tasdik etmesine bile hiç ehemniyet vermemeleri o saika ile idi.

o devirde lisanımızın, edebiyatımızın pek meşgulü, pek meftunu, âdetâ bir nev'i mütehassısı idim. Ekrem'lerin, Naci'lerin bu yüzden bilhassa mazhar-1 feyzi oldumdu. Türkçemiz sarf ve nahvile, edebiyatiyle nasıl öğrenilir, nasıl öğretilir oldukca anladımdı. O tedrisat bu düsturlarımı, malumatımı nazariyattan tatbikata geçirmek için bir vesile, bir fırsat idi. Bu tecrübelerle bence sabit oldu ki Naci'nin o sade, selis yazıları diğer üdebamızınkilerden ziyade bu işe elverişli idi. Hele o pürüzsüz, kaideten en ufak bir hatadan bile münezzeh şiirler o nevşüküfte hafızalara bu lisanı bütün kudret-i fesahatiyle nakş ediyorlardı. Muallimin sanihaları bazen pek sade bir Türkçe idi:

Yaradan nazardan esirgesin
Koca dağ gibi delikanlıdır


Yahut:

Şu mes'ut kimdir? dedin, işte yazdım
O yüzden de varsın açılsın nikabım

gibi, pek Türkçe olmayanlar bile fesahat kuvvetiyle, sıhhat-ı ifade, metanet-i elfaz hasebiyle kolay anlaşılırdı :

Kararyab olamam gerçi mest-i serşarım
Haset, o rende ki asudedir mezarında

Halbuki Ekrem'leri, hele Hamid'leri, hatta Namık Kemal'ları idrak ve ihata için fikren de, muarrefen daha yükselmeğe ihtiyaç vardı. Naci bu vadide öbürlerine yol açıverdi. Ondan sonra da Ekrem Bey gelirdi. Fakat hakelinsaf söylemeliyiz, bu lisan nokta-yı nazarından o üstad-1 edep o rakib-i kadiminin kâ'bına yetişmezdi. Ekrem hüsn, hayal, fikir, hasılı mana itibariyle

El faz mana için ayna-yı şandır
Manaya bakılmaz mı diyorlar? Hezeyandır

diyen Naci'ye faik idi. Fakat lafz hususunda ondan aşağı idi.

Hasılı bu fikirlere istinad eden tedrisatımın hüsn-ü semereleri o genç zekâlarda pek çabuk görüldü. Sabık Halep meb'usu Hamid, İsmail Müştak, evkaf mektubcusu Niyalizade Cemil, mabeyn-i hümayun kâtibi Cabirizade İhsan 145 ve saire bu zümreden idiler.

Hazret-i Ali'nin sözlerindendir: «mine elmana harfen fekad siyrni abden.» Bizde hak-ı talimin zerrece hükmü yoktur. Senelerce rahle-yi tedrisinde bulunduğumuz bir hocayı yarın hesabımıza, dolabımıza uyarsa taşlarız. Murad Bey merhumu öyle sefaletten sefalete, felaketten felakete mahkûm edenlerin çoğu o üstad-1 kemalatın şakirdlerinden değil mi idiler? Biz Allah'a şükretmeliyiz ki daha âciz bir hoca olmakla beraber o derece nankörlüğe maruz kalmadık. Hatta, bu Halep talebimizin bir kısmından daima hürmet ve mevdudet gördük.

Yine Hazret-i Ali der ki: «Elnas âlim ev müteallim ve elbaki hemc.» Hakikaten taallüm ve talimle geçen bir hayat kıymet-i maneviyece başka her hayata faikdir. Şimdi o menfa âlemini hatırladıkca en ziyade şevk ile gözümün önüne gelen ya Şeyh Beşir'in o küçücük hücre-yi fazlında telmizane diz çöktüğümdür, ya mekteb-i idadînin o müferrih dershanelerinde kürsü-yü tedrise müştakane kurulduğumdur.


Hep Tevfik Beyin himmet-i serbestane ve serkeşanesiyle bu darültredrisin diğer hocaları daha mükemmel idiler. Meselâ Arif Paşadan sonra gelen vali Osman Paşanın mahdumu Ziya Bey ve damadı Mahmud Bey riyaziyat ve tabiiyat muallimleri idiler. Öyle ya, bu parlak erkan-ı harp zabitleri İstanbul'un gönderdiği derme çatma hocalara nisbet olunca birer allame idiler. Maarif müdürü de bu fark-ı azimi idrak eylediği için ne yaparsa yapıyor, birer bahane ile bu dersleri onlara tefviz etmek yolunu buluyordu. Bu mekteb-i idadî'nin bir kaç sene bu tarzda devam eden feyzi biz gittikten, çekildikten sonra kolay kolay sönmedi.

Galiba üçüncü sene-yi tedrisinin nihayetinde idi. Bir tevzi-i mükâfat resmi icra edildi. İsmail Müştak, İhsan, Cemil Efendiler zemin ve zamana muvafık olmak üzere benim tertip eylediğim bir manzumeyi latif bir eda ile kıt'a kıt'a münavebeten inşad ettiler. Validen itibaren bütün huzzarı bu terakkiye mebhut kıldılar. Zaten mektebin maddi ve manevî her hali baştan başa şayan-ı takdir idi.

Maamafih bu merasimden sonra Tevfik Beyin başına bir belâ geldi. O tevzi-i mükâfat resmi bütün o parlaklariyle Derisaadet'e aksedince Maarif Nezaretince kîlükaala badi olur. O zaman bu nezaret mektep kitapları için birer müsabaka tertip eylemişti. Ilm-i ahlaka dair bir telifim de bu sırada birinciliği kazanmıştı, mekteplere kabul olunmuştu. Bu ikbal idbarıma bâdi oldu, çünkü o münasebetle Maarif Nezareti tercüme-yi hâlimi, menfîliğimi maarif müdüründen sordu. İş meydana hemen çıkınca azlıma dair emir geldi. Lâkin Tevfik Bey o emri hasır altı etti, dinlemedi, hocalıklarımı uhdemden almadı. Maamafih çok geçmeden o zat menkûben başka bir vilayete nakledilince benim için de o latif, o müfid vazifelerden çekilmek mecburiyeti hasıl oldu. Beş altı yüz kuruşu tecavüz etmeyen maaşının hiç bir ehemniyeti olmadığı halde bu hizmet-i tedris bence memuriyet-i esasiyemden daha kıymettar idi, çünkü o sayede okudukca, okuttukca sermaye-yi irfanımı arttırıyordum. Halbuki hükümet işlerinde bildiğimi unutuyordum. Hele meclis-i idare müstantikliği ve müdde-yi umumîliği gibi karmakarışık vazifelerde bütün bütüne puslayı şaşırdımdı.


(22)

Halep'te gördüklerimize nazaran idare-yi osmaniyenin en çürük ciheti irtikâb ve irtişa âfeti idi. İslamda «lanet-Allah ilelraşi ve ilmürteşi» denildiğine rağmen mümin-i muteki geçinen memurlarımız bile bu şaibeden zor tenezzüh edebilirlerdi. Hasan Hakkı Paşa gibi nevadirden sarf-1 nazar olunursa ekser valiler, onlara ittibaen erkân-1 saire, kadılar, mutasarrıflar, kaymakamlar ekseriyetle çalarlardı. Çalmayanlar da vardı, fakat ekseriyetle çalarlardı. Ahali bu zülden tevakki edebilir bir memur tasavvur edemezdi. «İnsan olur da yemez olur mu?» sözü darbimesel hükmüne girmişti.

Valilerden, büyüklerden çalanlar hiç bir cezadan, hatta itabdan bile korkmazlardı. Aleyhlerindeki şikayetlere kulak asmazlardı. Fuzulî'nin şikayetnamesinde olduğu gibi lisan-ı halleriyle biperva «Ondan da bakimiz yoktur. O hesap kıyamete sorulur»> der, giderlerdi. Ancak nâgehanî bir sille-yi azle uğramamak için İstanbul'u beslerlerdi, müntesip oldukları kapıya muttasıl hediyeler takdim eylerlerdi. Hediye olduktan sonra böyle kapılar, paşa kapıları o zaman payitahtta eksik değildi :

Bir kapıyı sed ederse bin kapı eyler küşad
Hazret-i Allah, efendi Fatihülebvabdır.

İstanbul validen alırdı, vali eşrafdan, maiyetinden, mutasarrıflardan ve hatta kaymakamlardan alırdı. Onlar da ahaliden, nereden bulursa alırlardı. Bir hayuhuyu rüşvettir, giderdi. Fakat bu alışveriş münsifane idi, öyle gaddarane değildi, Bilfarz ayan-1 beldeden biri ya meclis-i idareye aza, ya belediye reisi olunca zat-i sami-i vilayetpenahiye memnunen ve müteşekkiren bir hediye-yi nakdiye takdim eylerdi. Bu dad-ü sitaddan alanlar da verenler de hoşnud kalırlardı. Maamafih Kanun-u Cezanın madde-yi mahsusaları vardı. Rüşvet derece derece ukubâtı müstelzim idi. Bu kanun büyükler için hiç hükmünde idi. Alenen irtikâb eden valinin, büyük memurun taht-1 muhakemeye alındığı görülmemişti. Fakat o tehlike ufak tefek memurlar için vaki idi. Hususiyle küçüklerin memuriyetlerini su-i istimal ederek para kazandıklarını işiten büyükler o yağmadan bir hisse almadılarsa ifrit olurlar, o avareleri muhakeme altına alırlardı. Bu muhakemeleri meclis-i vilayet rüyet ederdi. O meclisin bir müstantiki, bir müdde-i umumisi ve teferruatı vardı. Fakat iş o mahkemeye kadar gitmeden daha istintakta ve heyet-i ittihamiyede örtbas edilirdi.


Bu heyet-i hâkime tabiî valinin emrine münkad idi, çünkü o müstantıklığın, müdde-i umumîliğin vazifelerini dilediğinden nez, isteğine tevdi eden o idi. Ne arzu ederse meclise kabul ettiren o olduğu gibi.

Arif Paşa zamanında biz gençler ekseriyetle işden uzak tutulurduk. Her türlü azim ve gayretimize rağmen boşboşuna otururduk. Meclis-i idare müstantıklığı surî bir vazife, vilayet maiyeti ise esassız bir memuriyet idi. Vali bir hizmette kullanmazsa atalet içinde çürürdük. Bereket versin ki mektebi idadîde hocalıklarımız vardı.

Hasan Paşa zamanında hasılat-ı öşüriyenin bakiye-yi matlubatını tahsil ve takibe memur idik. Bir memuriyet ki o kadar mesaimize rağmen hiç bir semere vermezdi. Eşrafdan, ayandan bir çok zevat muhtelif senelerde iltizam ettikleri âşarın bedelini ya kâmilen, ya kısmen zimmetlerine geçirmişlerdi. Biz hazine-yi maliye namına cihet-i adliyeye, hukuk mahkemelerine alelüsul müracaat ederdik, bu matlubatı tahsil edecekdik. Fakat bir parça bu surette tazyik görür görmez medyunlar ya defterdarı, ya mahkeme-yi hukuk reisini, ya icra memurunu elde ederek takibatımızı akim bırakırlardı. O derecede ki bir seneden ziyade ceht ve gayret ettiğimiz halde vilayetin binlerce liraya varan bu matlubatından bir lira bile tahsil edemedik. Akibet makam-1 vilayetle de, mahkeme memurlariyle de bozuşarak o işden çekildik.

Muhiddin Beyden sonra Nuri Bey, 146 ki inkilabın ilk senesinde bir lahze maliye nazırlığı da etmişti, muntazam ve mükellef bir defterdar olarak Haleb'e geldi. Bütün bu ahvale muttali oldu. Beni bir lahze tutmak, mukannen bir hizmetle tavzif kılmak istedi ama vilayetten mi, her nedense çekindi, muvaffak olamadı. Lâkin Nuri Beyin halefi ki acipelahval bir ihtiyar idi, vali Arif Paşaya muhalefet ettiği için Bab kazasına mühimce bir tahkik memuriyetiyle beni yollamıştı. Bu kazada büyük bir ihtilas olmuşdu: kaymakam, mal müdürü, sandık emini ve saire ittifak ederek ağnam hasılatından epeyce bir para çalarlar. Bab'ın mülhakatı çöldür, tıpkı Benç gibi. Baharda bazı ufaktefek, nimseyar aşiretler o havaliye gelirler, konarlar. Konunca da ağnam rüsumunu vermeğe mecbur olurlar. Memurlar, sandık emini, mal müdürü bu rüsum için kesdikleri tezkerelerin koçanlarına istifa edilen meblağın onda, hatta yüzde birini kaydederler. Meselâ beşyüz yerine bazen elli, bazen beş yazarlar, mütebaki paraları cebe atarlar. Defterler dip koçanlarına mutabık olunca bu ihtilası meydana çıkarmak için ahalinin urbanın yedindeki tezkereleri bulmak, ele geçirmek iktiza eder. Onlar ise: «Atı alan Üsküdar'ı geçti» kabilinden, arz-ı Allah vasi çölde seyyar oldukları için artık

Var kıyas et vüs'at-1 derya-yı rahmet nidüğün


Zaten bu yağmanın mütecasirleri bir yandan bu müşkülata güvenirler, bir yandan da merkezdeki âmirlerini takdime-yi nakdiyelerle daima hoşnud ettikleri için bir tehlike-yi takibe maruz kalmazlar imiş. Fakat bu sefer nasılsa o yeni defterdar ile işi uyduramazlar. En garibi o mübarek zat da meclis-i idarede ayak basarak benim gibi yeni fikirde, yeni havada birini bu tahkikata memur tayin ettirir.

Bu kaza varidat itibariyle Halep sancağının en zengin, fakat umran-ı beldece en sade, âdetâ çöl ile muhat mülhakatından biridir. Tahkikata başlamadan evvel bence kanaat-1 tame var idiki bütün o ihbaret doğru, o ihtilas vaki idi. Fakat o işi meydana çıkarmak nasıl mümkün olacakdı? Kaymakamlıktan itibaren mal müdürü, sandık emini, bütün memurlar bana ne türlü izzet ve ikramda bulunacaklarını bilmediler. Fakat benden pek soğuk muamele görünce pek şaşaladılar. Defterdardan talimat da, mezuniyet de aldımdı. İktiza ederse kaymakama da, diğer memurlara da işten el çektirerek tahkikatı öyle icra edecekdik. Alelusül ifadebu lerini aldıktan sonra vilayetin müsaadesini istihsal ederek memurları o muameleye uğrattık. Değil yalnız kaza, merkez-i vilayet bile altüst oldu, çünkü tahkikat-ı vakienin ciddiyeti, tahkik memurunun şiddet ve istikameti anlaşılınca ahali o su-i istimalların tezahürüne âdetâ yardım eyledi. Tezkereleri saklayanlar meydana çıkardılar. Atlara bindik, çölde iki üç gün yürüdük. Rastgeldiğimiz aşiretlerden verdikleri paraların mikdarını sorduk, tezkerelerini tetkik ettik, Defterlerde bile yekûn yanlışlıkları bulduk. Hasan'ın böreği yağma, hiç bir taraftan korkuları olmadığını zannederek bütün o memurlar alenen çalmışlar, çarpmışlardı.

Bu tahkikat bu semereleri verince, bu ihtilas böyle tahakkuk edince kaymakamı merkeze gönderdikdi, mal müdürünü, sandık eminini ve diğerlerini taht-1 tevkife aldık.

Bir müddet daha orada kalarak teferruatı ikmal eyledikten sonra evrak-1 sübutiyeyi ve saireyi istishaben biz merkeze döndük. Maznunlar da vilayet hapishanesine naklolundu. Fezlekesini tanzim ederek işi meclise tevdi eyledik. Bu meseleyi mültezimane takip eden defterdar Bey Derisaadet'e nakli memuriyet eyledi. O gittikten sonra valinin emriyle meclis-i idare müttehemlerin sebillerini evvelâ kefaletle tahliye ettiler, nihayet beraatlarına gittiler. Bu kararların her biri o biçarelere tuzlu oturdu ama biz boş yere çalışmış olduk, o gayretimizden devlet istifade etmedi. Muhtelisler bir ceza görmedi. İcab-ı ma'delet bu idi, çünkü Ziya Paşa'nın dediği gibi

Milyolar çalan mesned-i izzette serefraz
Bir kaç kuruşu mürtekibin cayı kürektir


O umman-1 irtikâb ve irtişada bu ufaktefek biçarelerin katre kabilinden su-i istimalleri o mertebe terhibe müstehak görülemezdi.

Bab tahkikatından avdet ettiğim zaman vergi müdürü Reşit Bey ve saire gibi kudema-yı memurin bana güldüler, öyle bir fırsattan istifade etmemekliğimi acemiliğime atfeylediler. İlk şiddetleri, o işten el çektirmeleri, tevkifleri, tehdidleri muvafik görüyorlardı. Fakat sonunda vazifemi ifa ederek çekiliverişimi garip buluyorlardı. «O herifler öyle de kurtuldular, böyle de kurtuldular ya» diye beni zımmen muahaza ediyorlardı. Bu zatlarla aramızda böyle umumiyat, maslahat-ı amme itibariyle bir fark-1 tebeyyün vardı. Nokta-i nazarlarımız değişiyordu. Onlarca: Devletin malı deniz, içmeyen domuz, meseli ammı az çok makbul bir düstur idi. Şeyh Galib'in:

Çaldımsa da mirî malı çaldım

kavl-ı marufu da bu su-i tefsire uğruyordu.

Bence bu hususda garp usulü, garp irfanı hedef-i âmâl, rehber-i hareket idi. Ha vazife-yi meniuriyetimi su-i istimal ederek birinden rüşvet almak, ha yankesecilik etmek müsavi idi.

İşte Tevfik Bey gibi, Emrullah Efendi gibi, Sefa Bey gibi genç ve genç fikirli arkadaklarımızla beraber biz o Halep âleminde her türlü su-i karinlere, iğfallara rağmen bu doğru yoldan ayrılmadık, memuriyetlerimizden gayri meşru bir istifade etmedik, etmek yolunu bile aramadık. Maamafih aramağa da hacet yokdu, elimize geçen fırsatlar çokdu. Fakat dediğimiz gibi, gayelerimiz büsbütün başka idi. Bu mülk ve milletin felah ve selahı için avazeke ümitler besliyorduk. Belki haris, haris-i cah, haris-i ikbal idik, fakat o feyze bir şahrah istikameti takip ederekden ermek istiyorduk.

Maamafih devr-i hamidinin idare itibariyle şu mesavisiyle beraber, yine Halep'te gördüklerimize nazaran, başlıca bir fazlı, bir meziyeti var idi ki o da insafı, ihtirazı, itidalı idi. «Reiselhükümet muhafetallah» derler. Validen itibaren bütün memurlarda az çok bir Allah korkusiyle beraber bir de Padişah hafvi vardı. En küçükten en büyüğe kadar herkesin mercii atabe-yi ulya idi. Herkes o merciden südur eden hükümlere mümkün mertebe itimad ve itaat eylerdi.


Bir vali ne olsa zulümde, irtikâbda pek ileri gidemezdi, Padişahtan çekinirdi. Ahali ise mezalime karşı isyan etmekten, silaha sarılmaktan ise Padişaha müracaatla teselli bulurdu. Saltanat ve hilafetin bu kuvveti ve kudreti daha o zamandan beni düşündürmeğe başlamıştı. Ziayı hükümetin bu istinadgâhını zayıflatmak, böyle ahval-ı muhtelifeden terekküp eden bu koca imparatorluk için muzır mı idi? Değil mi idi? Bu mesele uzun uzadıya tetebbüe şeyan idi.

Haleb'in en bâlapervaz, en azametli eşrafı hatta müslüman ve hristiyan ayanı, büyükleri bile Abdülhamid Hanın küçük bir taltifi, bir rütbe ya bir nişanı için çıldırırlardı. Maamafih bu adamlar öyle pek boş değildi. Ekseriya oldukça, bazen külli idrak ve irfan eshabından servet ve samana malik idiler. Kalbî, ezelî bir rabita ile taht-1 osmaniye bu sadakatı ibraz ediyorlardı.

(23)

Haleb'in o devir içinde en maruf aileleri Kâhyazadeler, Müderriszadeler, Sabaîzadeler ve saire idiler. Bu ailelerin şöhretleri zaman zaman servetleriyle artar ve eksilir. Bir aileden zeki, muktedir bir zat zuhur eyler, hükümetce bir mevki sahibi olur. Külli para kazanır, o aile için bir ikbal devri başlar. Bazen böyle olmaz, meşhur bir ailenin belli başlı erkânı kalmaz, malları ve mülkleri biter. O vakit o hanedan söner. Miyar-1 ikbal servet, servetle beraber zekâ, daha doğrusu bir nev'i şeytanet idi.

Meselâ o esnalarda Müderriszadeler parlamışlardı, çünkü Müderriszade Zeki Bey son derece zengin idi. Pederden kalma bir serveti muttasıl arttırıyordu. Nev'i şahsına münhasır bir kurnazdı. Validen itibaren erkân-1 vilayete hülul etmeği pek mükemmel bilirdi. Bir defterdarın, bir mektubcunun huzurunda eğilir, bükülür, öyle otururdu. Bir valiye âdetâ hak-i pay olurdu. O ekâbir-i memurin de bir servet-i mücessemenin bu temellûklarından hoşnut kalırlardı.

Müderriszade Zeki Bey öyle hadsız, hesapsız emlâkiyle, köyleriyle, amvaliyle beraber iptidaları mektubî mümeyyizi iḍi. Ufak bir kalem efendisi gibi günde on kerre mektupcu Beyin odasına koşmağı cana minnet bilirdi. Ayda binikiyüz kuruş maaşla çalışmağa katlanırdı, Sonra o memuriyetten meclis-i idare azalığına geçti, bilahere Paşa oldu :

Kalmadı, gayrı tekâpuya mecal, ey Vehbi
Oturup köşe-yi uzlette tahiyat okuruz


O servet-i harikulâdesine rağmen tabasbus içinde geçen bir ömründen istifade edemedi. Nisbeten yaşlı olmadığı halde bu dünya-yı fenaya veda eyledi. Maamafih canı çok severdi Bir kerre Halep'te kolera zuhur etmişti. Zeki Bey civardaki sayfiyesine çekildi, kimse ile ihtilat etmezdi. Ağustos ayında soğuk almamak endişesiyle kürküne bürünerek odasına kapanır, öyle yaşardı.

Müderriszadelerin en zekisi değilse de en zengini o idi. Öbürleri servet sahibi olmadıkları için gölgede kalıyorlardı. Mahkeme-yi istinaf azasından Ataullah Efendi, meclis-i idare başkâtibi Sami Bey ve saire gibi.

Cabirizadeler de servetce değilse de şöhretce Müderriszadelerden geri kalmazlardı. Bu ailenin reisi Hacı Efendi dedikleri seksenlik bir pir idi ki fikren de, bedenen de hâlâ pek zinde idi.

Hafidlerini evlendirmiş iken bizzat beşikte çocuklara mâlik idi. Gerek doksanüçte ve gerek inkılab-ı ahirde Halep meb'usluğuna intihap olunan Cabirizade Nafi Efendi Hacı Efendinin müteaddid oğullarından biri idi. Hem de ekber evladı değildi, çünkü ondan daha büyükleri vardı. Nafi Efendinin şöhreti ilk meclis-i meb'usanda Halep namına bulunması idi. Bu zat zeki idi, hatta bir siyt-i ahraraneye bile mâlikdi. Gerek meb'usluğunda ve gerek Cemil Paşa zamanında istibdad ile çarpışmıştı.

Cabirizadeler çokluk itibarile de diğer ailelere faik idiler, çünkü meclis-i idare azasından Esat Efendi, Murat Efendi, Sadık Efendi ve saire ve saire hep onlardan idi.

Bu eşraf meyanında Kâhyazadeleri unutmamak lazımdır. Bu ailenin reisi de Ahmed Efendi isminde bir pir idi ki yukarda bilmünasebe zikrettiğimiz gibi hem servetle, hem selabet-i fikir ve din ile, hem hüsn-ü ahlak ile müştehir idi. Öbürleri gibi temelluk, tabasbus nedir pek bilmezdi. Hak ve hakikat yolunda valilerle çarpışmaktan geri kalmazdı. Vaktile Cemil Paşa ile uğraşmışdı, sonra Arif Paşanın, yukarda nakleyledik, şiddetle aleyhinde bulundu.

Kâhyazade Ahmed Efendi eski Müslümanlardan, hatta bir dereceye kadar eski Osmanlılardan, cidden handan idi. Kale civarinda tâ zaman-ı kadimden beri eşya-yı nefise ile, harikulâde halılarla, antikalarla malâmal bir konağa mâlik idi. Çoluğunu, çoçuğunu eski usülde, eski terbiyede yaşatır, büyütürdü. Yenilikten, bu bedaattan tevakki ederdi, çünkü gayet muteki idi. Maamafih öbürleri gibi o da hükümete hahişkâr idi. Bilfarz meclis-i idareye aza olmak isterdi ve Osman Paşa zamanında oldu. Ancak her türlü fisktan son derece müçtenib idi. Hiç bir zaman istikametten ayrılmazdı. Öyle memuriyetten istifadeye asla tenezzül etmezdi. Kâhyazadelerden Salih Ağa da meşhur idi. Mahkeme-yi bidayette aza idi, maaşı iki üç yüz kuruşu tecavüz etmiyen bu azalık sur'î bir vazife idi. Ağa çok zengin idi. Yine bu aileden Reşit Ağa pek haşarı idi, ele ve avuca sığmazdı. Servetini zevk ve safa ile yer, ne Ahmed Efendiye, ne Salih Ağa'ya benzerdi. Kâhyazadelerin başlıca servetlerini «Harım» kazasındaki çiftlikleri, zeytinlikler teşkil eylerdi.


Şerifzadeler düşkün bir aile idi. Vaktiyle görmüşler ve geçirmişlerdi, fakat artık fakir düşmüşlerdi. Bu aileden yalnız Muhtar Bey o devirde zekâsiyle, hüsn-ü haliyle müştehir idi. Uzun müddet belediye riyasetinde bulunmuştu.

Adlîzadeler de hesapsız bir evkaf sahibi maruf bir sülale idi, fakat bitmişti. Benim zamanımda bu hanedandan yalnız bir Ahmed Bey kalmıştı ki o da belahetle malûl idi, vesayet altında yaşardı. Vasiler muttasil o vakıfları yağma ederler muttasıl azl ve nasb olunur, dururlardı. Hükümetce bu dava bir iş güç olmuştu. çünkü me'kel kesilmeğe pek müsait idi.

Haleb'in Hristiyanları içinde de böyle zengin, meşhur ve kadim aileler çokdu. Onların servetleri, öyle köylerden, mülhakattan ziyade şehirde idi. Şehrin emlâki ekseriyetle Hristiyanların uhdelerinde idi. Gazali'ler, Hamsi'ler, Entaki'ler, Hiyat'lar ve saire bu cemaatın en meşhurları idi.

Hristiyanların bir cüz'ü de ecnebî aileleri teşkil ederlerdi. Marcopolo'lar Solo'lar, Vilgros'lar, Poche'ler gibi. Bu zatların ticaretleri, mülkleri, mükemmel haneleri, kâşaneleri vardı. Halep de hakikî vatanları idi. Kimi aslen İtalyan, kimi Fransız, kimi İspanyol idi. Şimdi o tâbiyetleri muhafaza ediyor ve kısmen devletlerine fahrî şehbenderlik vazifesini ifa eyliyorlardı. Memalik-i Osmaniye'de, bilhassa Halep gibi gümrah şehirlerde böyle fahrî bir şehbender bile olmak bir hüsn-ü talih idi, çünkü uhud-u âtika, daha doğrusu o uhudun su-i istimalı sayesinde ecnebîlerin, hususiyle böyle mümtaz ecnebîlerin imtiyazları pek ziyade idi.


Bu sayede onlar vergice ve sairece küllî istifade ettikten maada ticaretce de kazanırlardı.

Halep'te her devletin, hatta Portekiz'in bile bir şehbenderi vardı 147. Marcopolo'lar ailesinin muhtelif erkânından her biri böyle bir devletin memur-u mahsusu idi. Bu ecnebîler şehbenderlik bulamayınca tercümanlık ederlerdi. Meselâ Sola'lar gibi ki İtalyan şehbenderhanesinin tercümanı idiler. İtalya, Fransa, Rusya, İngiltere, bir dereceye kadar Almanya gibi düvel-i muazzamanın resmî, meslekten yetişme, memleketlerinden gelme memurları, şehbenderleri vardı. Böyle bir şehbender o muhitte büyük bir şahsiyet idi. Vali ile omuz öpüşürdü, ekseriya güzel bir kâşaneye, bir şehbenderhaneye mâlik idi. Mükemmel davetler, müsamereler verirdi. Bizim zamanımızda İngiltere ve Rusya şehbenderlerinin böyle debdebeleri pek ziyade idi. İngiliz konsolosu Möyö Jego, Rusya konsolosu Pakimayanski idi. Her ikisi de şark hristiyanlarından, galiba Rum neslinden iki hemşireyi, tezevvüç, etmişlerdi. Bu kadınlar son derece güzel, nazik, terbiyeli idiler. Haftada bir gün ayrı ayrı bütün Halep ekâbirini kabul ederlerdi. Musikilerle, müsamerelerle, hatta ziyafetlerle eğlendirirlerdi.

Hasılı, bu ecanibin saye-yi şetaretinde o şehir-i kadimde bir Avrupa hayatı yaşanabilirdi. Yerli ecnebiler de bu vadide öbürlerinden geri kalmazlardı. Onlar da ekseriyetle zengin oldukları için böyle ihtişam göstermeği pek severlerdi. Fakat anasıl Halep Hristiyanları ekseriyetle fikren daha geri idiler, daha münzevi yaşarlardı. Hele Müslümanlarla pek ihtilat etmezlerdi. Zaten o diyarda Müslüman olmayan kadınlar bile çarşafla gezerlerdi, sokaklarda erkekten kaçar gibi görünülerdi. Maamafih Hristiyan Halepleri içinde bilfarz Cebrail Delal 148 gibi uzun müddet Avrupa'da yaşamışları, hürrriyet-i fikriye ile temeyyüz etmişleri vardı. Cebrail Delal Arapcada mümtaz bir şair idi. İlhad ve iştihar eylemişti. Arş ve Heykel diye muarra tarzında mülhidane bir şiir yazmış, o yüzden mahbes ve menfa bile görmüştü.

Arapta şiir söylemek nisbeten kolay olduğu için şair de mebzuldur. Hususiyle Haleb'in Hristiyan mütefekkirleri, tipkı Beyrut'ta ve sairede olduğu gibi, yüzde seksen şairdirler, muttasil şiirler söylerler. Maalesef bu şiirler bir ekseriyet-i azmı ile mel'abeyi lafziyeden ibarettir. Hristiyanların Arapcada en mümtaz şairleri Beyrut'ta ve bir dereceye kadar Mısır'da yetişdiler. Cebel-i Lübnan'ın Yazıcıları149 bu zümreyi mümtazenin pişvalardır, Şeyh Nasif ve Şeyh İbrahim gibi ki baba oğlu her ikisi de mükemmel şiirler söyler. Öbürü :


Amdi ve tebka sûreti fe-ra cebu
Tamdi'l bahâyıru ve rusûmu tukiymû
Ve'l mevtu tahliyetu'l hayati fe lev heva
Rûhan le-mate'l heykelul mevsûmu.

kit'ai garraasının kailidir. Beriki ise makamat-ı haririye nazire tarzında parlak bir eser-i edebinin müellifidir.

Halep Hristiyanlarında ilmen bu dereceye varır fuzala ve şüera yokdu. Kostaki Hams ve Cebrail Delal oldukca şair idiler, lâkin o kâ'bda değil.

Haleb'in Musevîleri de bir ehemniyet-i mahsuseyi haiz idiler. Fakat ekseriyetle fukaradan idiler. Hristiyanlar ve Müslümanlar gibi onlar da ayrı bir mahallede Bahsitada ikamet ederlerdi. Bu cemaatin en zengini, en meşhuru Biçoto ailesinin reisi ve Avusturya şehbenderi Mois Biçoto idi ki gayet ihtiyar, fakat son derece zeki idi. Nevara köprüsünün başında kaleyi andırır, bahçelerle muhat bir kâşanede ikamet eylerdi. Servet ve ihtişam içine gömülmüşdü. Pek nadiren, fakat parlak müsamereler verirdi. Hükümetle alış veriş ederek o servet-i uzmayı kazanmıştı.

Yine Musevilerden Menşi de fevkelâde zeki, alttan alta gayet zengin idi. Havale ticaretiyle meşgul idi. Havale devr-i sabıkda büyük bir iş idi. İstanbul'dan Maliye Nezareti diğer vilayetlerde olduğu gibi Halep vilayetince de tesviye edilmek üzere havaleler verirdi ki bu kâğıtlar yüzü elli kuruşa alınır, satılırdı. Gözü açık tacirler beynehu beynallah yolunu bulur, bu havaleleri yüzdeyüz defterdarlara, mal sandıklarına tesviye ettirirler, o yüzden iyice müstefid olurlardı. Menşi Efendi hükümete müteahhitlik de ederdi. Orduya ester ve saire verirdi. Hasılı, her işe gelirdi. Bazen mal sandığı sıkışınca ondan istikraza bile kalkışırdı.

Maamafih böyle zengin bir insan defterdarın, mektupcunun, hele valinin odasına girdi mi, tâ saff-1 niâle sıkışır, ellerini kavuşturarak göğsüne koyar, gözünü yere diker, boynunu bir tarafa büker cihanın en âciz, en fakir bir mahluku gibi otururdu. Halbuki çok def'alar dediğimiz gibi vilayet ondan para hususunda istimdad ve istiane eylerdi.

Tuhafdır, o diyarda Musevi, Hristiyan, Müslüman bu üç sınıf halk birbirinden mümkün mertebe ayrı yaşardı, yekdiğeriyle pek münasebette bulunmazdı. Taassup, her taraftan taassup o cemaatları birbirinden küllî ayırırdı. Halep'ten olmayanlar, Müslüman ve gayrımüslüman olsunlar, bu mertebe mutaasip değildiler, birbiriyle daha ziyade ihtilat ederlerdi.


Arif Paşanın zaman-1 vilayetinde idi. Beni ihale-yi aşar memuriyetiyle Antakya kazasına gönderdiler. Malumdur ki kazanın aşarı köy köy meclis-i idaresince müzayede olunur ve her köy en çok artıran mültezime alelusul ihale edilir. Bu muamelelere nezaret etmek için de merkez-i vilayetten kazalara altmışar kuruş yevmiye ve o nisbette harcırah ile birer memur-u mahsus tayin kılınır.

Antakya Halep vilayetinin en güzel, en zengin kazalarından biri idi. Hatta mutassarrıflığa layıkdı. Denize kadar münteha, iklim itibariyle nisbeten mutedil, son derece münbit idi. Merkez-i kaza oldukca mamur, latif, tarihî bir belde idi. Eşraf-1 memleket belli başlı, ulemadan, fuzaladan insanlar idi. Mülkiyeden iseler ağa unvanını taşırlardı. Bereketzade Rifat Ağa, Refet Ağa, Halef Ağazade Abdülgazi ve saire gibi. Fakat bu ağalar mükemmel okumak ve yazmak bilir, bazen lisanaşina efendiler idi, meselâ Rifat ve Refet Ağalar gibi. Bereketzade Rifat Ağa o esnalarda o havaliye şan salmıştı. Merkez-i vilayette bile bir nüfuz-u küllî sahibi idi, valilere sözünü geçirirdi. Zaman zaman Haleb'e geldiği vakit erkân-ı vilayetce izazlar, ikramlarla istikbal olunurdu, çünkü yalnız vilayetle değil, Payitaht ile de muhaberede idi. Başkâtip Paşa'dan Ebülhuda 150 kadar rical-1 devranı tanırdı. Bu muarefe, bu mensubiyet ağanını vilayetce ehemniyetini artırırdı. Ağalar böyle olduğu gibi Antakya'nın ulema sınıfı da mümtaz idi. Meselâ o devirde bir Yahya Efendi vardı ki sabık müftülerden idi. Fakat bir allame idi. Şairdi, kâtipti, hatta siyasî idi. Sadır-1 esbak Halil Rifat Paşa 151 merhumu tul-u müddet refakat etmişti, hâlâ muhabere ederdi. Zaten Antakya öteden beri bu kâ'bda müftülere malik olmuştur. Meselâ

Yazmışız Hazret-i Kuruna mufassal tefsir
Mekeremetlu, yazılır mı bize, ey killik debir?

beyt-i marufunu ihtiva eden neşide-yi garrayı Antakya müftülerinden Hoca Tahsin Efendi 152 merhum inşad eylemişti. Ondan sonra gelen müftülerden Akif Efendi ise sahib-i divan bir şair-i fazıldır :

Gönül muhabbeti bir âdet eylemiş
Yoksa ne bende aşk, ne sende cemal kalmıştır

beyt-i latifi gibi bir çok güzel sözlerin kailidir. Yahya Efendi de öbürlerinden aşağı kalmazdı. Ahmed-i Salis devrinin şüera-yı benamından Antakyalı Münif'den beri bu kaza böyle fevc fevc şair yetiştirmiş, durmuştur.


İhale-yi âşar memurluğu ile Antakya'ya gidince bu zatlarla çok düştüm kalktım. Edebiyat münasebetiyle Yahya Efendiyi sıksık ziyaret ederdim. Ağalarla da böyle havaî görüşürdüm. Fakat iş hususunda bu zatlardan tevakki ederdim. Maalesef böyle kazalara varıncaya kadar vilayetlerde eşrafın halleri, meslekleri acib idi. Hükümeti ve hükümet memurlarını izzet ve ikram ile elde ederek, o nüfuzları hin-i hacette kullanarak, para mevki kazanmak, dolaplarını çevirmek idi. Bazen bu saika ile hep birbirine girişirlerdi. Meselâ Rifat Ağa Yahya Efendiye o da ona diş bilerlerdi. Bu hüsumet bazen son dereceye varırdı. Her iki taraf da yekdiğerinin âdetâ mahvına yürürlerdi. Maamafih resmî meclislerde ve sairede bu adaveti izhar etmezler acip bir riyakârlıkla örterlerdi.

Bu mahasama gittikçe memleket için muzır şekillere bile girerdi. Efendinin adamları, mahmileri, köyleri ağanınkilerle tutuşurlar, çarpışırlardı. O yüzden kan bile dökülürdü. Makabris gibi Kasır nahiyesinin bazı köyleri bu saika ile isyan haline bile geçtiler, hükümete vergi ve aşar vermez oldular. Zabıtayı tanımazlardı. Lâkin alttan alta ağalarla münasebette bulunurlardı. Hasılı bu ekâbir-i memleket irfan ve kemalleriyle gayrı mütenasip bir tarzda böyle küçüklükler içinde yuvarlanırdı. En büyüğünden en küçüğüne kadar her ne vasıta ile olursa olsun hükümet memurlarını ele alarak nüfuzlarını yürütmek isterlerdi. Vazifeşinas bir memur için en doğru hatt-ı hareket onlarla bozuşmamak, maamafih husussiyetten, samimiyetten de tevakki etmek idi.

Tabiî böyle meslek-i adil ve bitarafîyi tutan memurin-i hükümeti o eşraf pek sevmezlerdi. Ekseriya fasl ederler, hatta azlettirmeğe bile teşebbüs ederlerdi. Fakat en doğru yol bu idi. Bilfarz o ağaları, o fuzulâyı o derece takdir ettiğim halde şu aşar meselesine, umur-u memureme hiç karıştırmadım. Sırf bu sayede o vazifeyi hüsn-ü ifa edebildim. Sabıkına nisbetle küllî bir fazla ile o ihaleler icra edildi.

Fırsattan istifade ile mülhakatı, Kasir ve Sevidiye nahiyelerini şehrin etrafını karış karış gezdim. İlahî, o ne güzel yerler, o ne mümbit, ne bereketli topraklar idi! Kasır köylerinin buğdayları, arpaları pek iri idi. Armutları, elmaları, bütün yemişleri bir cevdetten, bir bereketten nişane idi. Ya o hava ne saf, ne ceyid idi, o yazın ortasında olduğumuz halde bazı günlerde sıcağı hissetmezdik. Bu seyahat beni fikren de, bedenen de, ihya etti. Ne halkın, ne de hükümetin hali, zilleti, o aczi, o parasızlığı iklimin bu letafeti, toprağın o bereketiyle mütenasip değildi. Adil, muntazam bir idare ile o zemin başka bir mamureye dönerdi. Fakat görülüyordu ki asırlardan beri biz böyle bir idareyi henüz tesis edemedikdi. Bu düşünce insanı derin bir yeise düşürüyordu. Bu kaza kısmen Türk, kısmen Arap idi. Bazı yerlerde Arapca ile Türkçe birbirine karışmışdı. Bu haltiyat Halep vilayetinin her tarafında vaki idi, lâkin en ziyade bu Antakya havalisinde görülüyordu.


Meselâ bir köye gittik. Arapça «mahsullar nerededir?»> diye sorduk. «Kaldırırava» cevab-1 garibi aldık.

Sarf ve nahv-1 arabîdeki ittilaa göre «kal» aslından «kavl» idi. Ilâl-1 marufuna istinaden bu kelimeyi tahlile koyuldum, bir neticeye ermedim. En sonra anladım ki biçare köylü Türkçe «kaldırmak» fiilini Arapcaya almış, Arabî bir kelime gibi tasrife kalkışmış «kaldırırı, kaldırırava, kaldıra» demiş, bize cevaben de : «mahsulları kaldırdılar» demek istiyormuş. Zaten Halepliler de «çalışmak»dan «mabaçaliş», «karışmak»tan »mabakarış» derler.

Kasir ahalisi hemen kâmilen Müslüman idiler. Fakat nefs-i Antakya ve civarı Müslüman, Hristiyan, Musevî ve Nusayri muhtelif mezheplerden idiler. Nusayriler sureta İslam ile müşerrefdirler. Resmen de öyle addediliyorlar. Fakat hakikatta garip itikadlarla mali ve iptidaî bir mezhebin salikidirler. Asıl memleketlerinde Müslüman sayılmazlar, fakat bilfarz Payitahta geldikleri vakit Nusayriliklerini saklar, mümin görünürler, hatta İslam'dan kız bile alırlar.

Maamafih Antakya'nın en müteneffiz, belki en müterraki halkı Müslümanları idi. Ticaret, ziraat, emlak, servet ekseriya tefevvuku onların ellerinde idi, şu kadar ki diğer unsurlar bu Müslümanlardan gasp için çalışıyorlardı. Yirmiüç, yirmidört sene evveli ahval böyle idi. O zamandan beri ne oldu? Vakıf değilim.